18 Aralık 2010 Cumartesi

sıcak şarap, soğuk meydan

"Bu sıcak şarapları git gide daha soğuk mu vermeye başladılar, ne dersiniz?" diye sordu siyah kalpaklı adam İbrahim Bey'e. Bir elinde şarap bardağı vardı, diğer eliyle atkısını düzeltiyordu.

Şarap değil, biziz soğuyan, diye mırıldandı İbrahim Bey kendi dilinde.

"Pardon, dediğinizi anlayamadım" diye üsteledi siyah kalpaklı adam.

"Havalar soğudu, sıcak tutmak zor oluyordur" diye cevapladı yükses sesle ve her zamanki iyimserliğiyle. Gerçekten de buraya geldiğinden beri yaşadığı en soğuk kıştı. Kar çok erken başlamış ve kesileceğe benzemiyordu. O soğuğa ve yalnızlığa meydan okumak adına Noel için kurulan pazara çıkmıştı ve sıcak şarap içip yanından geçen aileleri, yorgun gözlü ihtiyarları ve yaklaşık onbeş dakikadır çalan nefesli çalgıları dinliyordu. Yalnızlığından kurtulmak için insanların içinde yalnız kalmak gerektiğini düşünüyordu.

"Buralardan değilsiniz galiba." diye sordu siyah kalpaklı adam.

O, onu çoktan unutmuştu nefeslileri dinliyordu. Adamın sorusuyla irkildi, neyi zorluyor ki, suratımdaki sakallar ve nefret dolu bakışlarım yeterince korkutmadı mı onu, ilgisini mi çekti acaba?

"Yok, okumak için buradayım."
"Öyle mi? Sormamın sakıncası yoksa nerelerden geliyorsunuz?"
"İstanbul'dan geliyorum efendim, Türkiye"
"A ne kadar güzel, sizin oralarda pek kar yok değil mi? Yabancı geliyordur bu kar size."
Evet, kar yok çölde develerle yaşıyoruz, su da yok.
"Yok Türkiye'ye de kar yağar, bu kadar soğuk olmasa da."
"Ben de Hollandalıyım aslında. Ama uzun süredir bu şehirdeyim. Okumak için gelmiştim ben de, ayrılamadım. Şimdi eşim, çocuklarım ve torunlarımla burada yaşıyoruz."

İbrahim Bey, adamın yüzüne baktı ve o ana kadar yaşlı olduğunu fark etmemiş olduğuna şaştı.

"Eğer izin verirseniz, size bir sıcak şarap daha ısmarlamak isterim, tabii eğer vaktiniz varsa?" diye sordu siyah kalpaklı adam.

Nefesliler sustu. Hadi bakalım, hiç de lazım değildi, ben kendi sessizliğimden memnundum. Hadi artık sıkıl ve uzaklaş benden.

"Teşekkür ederim, memnun olurum."

Aslında reddedecekken son anda kabul etti adamın teklifini. Uzun bir zaman sonra -belki de etrafı sarmış Noel süslerinin de etkisiyle- İbrahim Bey tanımadığı bir adamla uzun bir sohbet etmişti. Dünü ve bugünü olmayan bir sohbetti. Sonunda birbirlerinin ellerini sıkıp kendi yollarına gittiler, karın altında kalan şehrin buz tutmuş meydanları sessizce boşaldı, ayışığı kaldı sadece İbrahim Bey'in yolunu aydınlatan.

9 Aralık 2010 Perşembe

sessizliğe takılan

"Sokakta kar sessizliği vardı." diye yazdı önündeki kağıda İbrahim Bey. Camdan dışarı bakarak o sessizliği duymaya çalışıyordu. Bir kez daha kağıda baktı, okudu cümleyi, tekrar dışarı baktı ve yazdıklarını karaladı. Bütün gün evden dışarı çıkmamıştı. Nerden bilebilirdi ki dışardaki sessizliği veya sesi? O an daha sabahtan beri kendi sesini bile duymadığını fark etti. Sesini özlemiş miydi? Dışarda olup olmadığını bilmediği ancak odasını kaplayan sessizliği dağıtmak için bir şarkıya başladı:

"gözünde bir ışık var,
peşinde bin aşık var,
dudağ..."


Kesti. Mahmure Hanim'dan sonra kendi sesi de kendine katlanılmaz gelmişti. En iyisi sessizlikti. Bu aralar pek evden çıkası gelmiyordu. Dışarıda ve içinde kopan fırtınalara aldırmadan eylemsizliğin tadını çıkarıyordu. İlerde yapacaklarının umudu ve geçmişte yaptıklarının tadı veya acısı onu ilgilendirmiyordu. O ikisinden de boş zaman çalıyordu, ilerde yaşayacaklarının ya farkındaydı ya değildi. Bir tatil planı diğerine karışıyordu, onun peşinden de büyük adam olma hayalleri. Hepsi sonunda sessizliğe takılıp gidiyordu. Kafasını uzun süre bir konuda sabit tutamıyordu.

Kafasını uzak hayallerden geri toplayıp kağıda yeni bir cümle ve bir denklem yazdı:

"Sevişmek siyasal bir eylemdi."
2 x 2 = 4

Gaz lambasını söndürdü.

2 Aralık 2010 Perşembe

şehre yakarış.

"Şehirler ağlar mı üzerlerindeki binalar yıkıldığında veya yandığında? Ya da canları acır mı biz çok amaçlı ve çok katlı binalarımızı kör bir mızrak gibi ciğerlerine sapladığımızda? Acaba depremlerle, fırtınalarla, sellerle bize anlatmak istedikleri bir şeyler var mıdır? Yoksa onlar kendilerinden beklendiği gibi cansız mıdır?

Eğer yanacak bir canın varsa Aachen -ya da karizmatik adınla Aix la Chapelle-, bizim adımlarımız bile acıtıyordur senin narin göğsünü. Elinden gelse her adımımıza karşılık bir kere sarsarsın bizi. Hatta senin toprağını biraz kazsak o kadar sinirlenirsin ki ateşinle karşılarsın bizi.

Ama öbür yandan sana ne yaparsak yapalım ruhun duymaz İstanbul! Hülyalı gözlerinle denizini seyredersin. Bir yandan poyraz estirir, azıcık canın sıkıldığında da verirsin lodosu. Umrunda mı insanlar kalelerini işgal etsin, surlarını yıksın, binalarını nankörce yaksın, denizlerini derelerini bok içinde bıraksın ya da göğsüne saplasın binlerce ton ağırlığındaki beton hançerlerini? Sen hep işine bakarsın, görmezden gelirsin. Gerçekten de benim dediklerimi duyamayacak kadar cansız mısın? Bu kadar hafızasız mısın?"

anlatıcının notu: Bu notu daha önce görmediğime eminim. Birkaç gün önce defterlerin arasından düştü. İbrahim Bey'in tam olarak neyi kastettiğini bilmiyorum. Çünkü o tarihlerde gerçekleşen kayda değer bir şehir felaketine rastlamadım.

26 Kasım 2010 Cuma

harry haller'la tanıştıktan sonra

"İçimde, benden taşan bir insan var ve zaman zaman da dizginlediğim bir kurt ve bunun arkasından gelen binlerce, milyonlarca "ben" yansımaları. Hepsi birbirini takip ediyor, birbirine paralel duran iki aynanın sonsuz yansımaları gibi. Ben ise her sabah birini seçip başlıyorum günüme, günün içinde değiştirme hakkımı olduğunca saklı tutarak."

Son noktayı koyduktan sonra gözlüğünü düzeltip, gaz lambasının parlaklığını arttırıp yeniden okudu yazdıklarını İbrahim Bey. Annesinden gizli mutfaktan şekerleme kaçıran bir çocuğun muzipliğiyle bir kez daha okudu. Beğendi. Kendininmişçesine yazdığı bu cümle aslında az önce son sayfasını çevirdiği kitabın aklında kalan özetiydi. Her zaman yaptığı gibi kendini romanın kahramanıyla birleştirmiş ve onun hayatını kendisininkiymişçesine yaşamıştı. Bu gece o gaz lambasının ışığında o İbrahim Bey değil, Harry Haller'dı ve yazdığı ve yazacağı her şey de onun hafızasıydı.

"Bazen insanlara kendimi anlatabileceğimi düşünüyorum, ancak bunu yapmaya başladığımda kendim bile kendimden sıkılıyorum ve başkalaşıp bir anda susuyorum."

Hala kendinden bir şeyler yazdığını düşünüyordu ama aslında kitabı yeniden yaratıyordu. (Belki de kitabın ilk tercümesini yapıyordu.)

"Bir gün biri karşıma çıksa, bana bir ayna tutsa ve ben de kendimi ve ondaki kendimi görebilsem. Ama bugüne kadar konuştuklarımın hiç biri beni muhabbetiyle doyuramadı."

Yine kitaptan aklında kalan kısımları kendi düşünceleriymiş gibi farkında olmadan yazıyordu. Üstelik yazdıkları gerçek bile değildi.

"Ama ne olursa olsun, bütün gündelik ve genel sıkıntılarım bir yana, sanırım uzun bir aradan sonra "ohh" deme fırsatı verdi hayat bana. Bunu değerlendirmem gerek. Bu sefer önüme yenilenmiş bir şekilde konan oyunu aynı hataları tekrarlamadan baştan oynamam gerek."

İşte sonunda özgün bir paragraf yazabilmişti İbrahim Bey önündeki kağıda. (Son kısmı yine de pek özgün değildi ama ilk cümlelerin beklenmezliği son kısmı görmezden gelmemize yetmişti.) Kağıdı, diğer kağıtların arasına koydu. Gözlüğünü çıkarıp başucuna bıraktı, gaz lambasını söndürdü ve yatağına girdi. Yarın yorucu bir gün olacaktı.

10 Kasım 2010 Çarşamba

karasal ikilem.

"Eski notları kurcalıyordum. Bir kısmı çekmecenin arasındaki boşluğa düşmüş, onları oradan alamadım, açıkçası üşendim. Ama elime eskiden karaladığım bir kağıt parçası geldi. Üzerinde silik eski bir tarih "6 Şubat 1950". Soğuk, hatta karlı bir kış gecesi olduğunu varsayıyorum. Aynen şöyle yazıyor:

"Boğazlara, akan sulara alışmışsan
Ölmüş sevdalara bile mezar olamaz
İçinden nehir geçmeyen şehirler"

İkinci senemde yazmışım, sonradan devamına bir şeyler eklerim diye de yarım bırakmışım, eklememişim. Ne kadar da zor gelirdi o zamanlar denizi olmayan bir şehirde yaşamak. Kuru havalardan sürekli dudaklarım çatlardı. Yüzüme ince ince dokunan yağmura küfrederdim; gözlüğüm, üstüm başım hep ıslak olurdu. İstanbul'dayken de şehirlerin ancak denizlerle bittiğini savunan bizler çok takılırdık Ankaralı gördüğümüz zamanlarda.

Eh demek ki cezamız buymuş. Karasal iklime, susuz şehirlere alışmakmış ve kendimizi akarsularla avutmak. İstanbul'a her gittiğimde oraya daha az ait mi hissediyorum ben kendimi? Yok böyle bir şey olamaz. Geri döneceğim değil mi? İstanbul?"

anlatıcının notu: İbrahim Bey'in yukarıda bahsettiği notu defterleri arasında henüz bulamadım. Fakat arasına kaçanları almaya üşendiği çekmeceyi neredeyse parçaladığımı göz önünde bulundurursak yakın bir zamanda onu da bulabileceğimi düşünüyorum. Ayrıca ufak bir dipnot daha: İbrahim Bey İstanbul'a geri dönüyor ve ilerde onunla ilgili daha umutlu şeyler yazabiliyor, yani kendini ona daha ait hissediyor.

2 Kasım 2010 Salı

dünya'nın sonu mu?.

"Şimdi size bir öykü anlatacağım. Siz buna ister inanırsınız, ister gülüp geçersiniz, isterseniz de çoğunun yaptığı gibi sonuna kadar okumadan sayfayı çevirirsiniz. İşte başlıyorum benden söylemesi, sesimden sıkılanın her şeyi yapması serbesttir:

Geçenlerde sık sık yaptığım gibi yine hava almak için dışarıya çıkmıştım. Artık sonbahar gelmiş, günler kısalmaya başlamıştı, buna binayen hava da erken kararmaya başlamıştı. Hikayelerdeki sırları aramayı seven okuyucularıma baştan söyleyeyim: yorgun değildim, uykumu almıştım ve kanımda keyif verici hiçbir madde yoktu, zihnim gayet açıktı. Yürürken bir anda yerdeki sarı yapraklardan birinin yukarı doğru yükseldiğini gördüm. "Rüzgardandır" dedim, devam ettim.

Biraz ilerlediğimde bir taşın düzgün doğrusal bir hareket yaparak yukarı doğru aynı düzlemde yükseldiğine tanık oldum. Bu ilk gördüğümden daha ilginçti, çünkü dışarıdan bir kuvvet uygulanmadıkça böyle bir şey olamayacağını biliyorduk. Eski hiyelkarların bile ilk bildiği kanundu bu, ama ilk kez arz cazibesini* formüle döken Sör İsak Nivtondu.

Sonra bir süre oturup taşın hareketini seyrettim. Arz cazibesi kaybolmamıştı ben yerimden kıpırdamıyordum zıpladığımda veya durup dururken, hiçbir kuvvet uygulanmadan. Ama daha detaylı baktığımda anladım ki bizim bildiğimiz kanıtladığımız sevdiğimiz moment kaybolmuştu. Taşın bulunduğu yerde moment yoktu ve taş da bu hareketini Dünya'nın dönüş hareketine tepki olarak yapıyordu. "actio=reactio". Moment alamadığı için sadece düzgün doğrusal hareketle yetiniyordu.

Bu anomalinin başka yerlerde de görülüp görülmeyeceğini bilmiyorum. Görülüyorsa da umrumda değil. Yetkilere falan da bildirmeyeceğim. Eğer böyle bir şey Yerküre'nin tamamında olacak olursa zaten işsizim demektir. Amaaan ne rahat, gideyim evime şarap içip kitap okuyayım o zaman ben de..."

*Arz cazibesi= Yerçekimi anlamına gelmekteymiş. O dönemlerde bu kelimenin kullanılıp kullanılmadığını bilmiyorum ama İbrahim Bey'in bu kelimeyi çok sevdiği belli.

anlatıcının notu: İbrahim Bey bu yazısını sonradan arkadaşlarının israrıyla birkaç dergiye göndermiş fakat yayınlanmayınca diğer yazılarını göndermekten vazgeçmiş. Ben onun elyazısını çözebildikçe diğer yazılarını da paylaşmaya devam edeceğim.

27 Ekim 2010 Çarşamba

yeniden başlamak



Gara indiğinde yüzüne tokat gibi çarpan soğuk ve arkasında bıraktığı sıcaklıkların hüznü artık eskisi kadar yormuyordu yüreğini. Alışmıştı artık gidip gelmelere. Her gidip gelişinde iki taraftan da biraz daha koptuğunu hissediyordu.

Paltosunun yakalarını kaldırdı ve valizini yüklenip garın merdivenlerinden aşağıya doğru inmeye başladı. İlk gözüne çarpan değişiklik garın yıkılan kısımlarının onarımı tamamen bitmiş olmasıydı. Böylelikle gar eski orjinal haline çok benziyordu ve Almanya'da orjinal halini tamamen koruyabilmiş birkaç gardan biri olarak kalacaktı.

Bu gündelik düşünceler içinde garın çıkış kapısına geldi. Önünde şehir aynen bıraktığı şekilde duruyordu. Yağmur yeni durmuş ve güneş açmıştı, ağaçların yapraklarının, çiçeklerin, büfenin, tramvayın ve hatta insanların üstünde yağmur damlacıkları parlıyordu. Yüzünde acı bir gülümseme belirdi. Yaşadığı iyi kötü bütün anıları tekrardan yerine oturmuştu tatilden sonra. Sanki tatilin verdiği dinlenmişlik bir anda içinden çekilmişti.

Tekrardan bavulunu omzuna alıp tramvay durağına doğru yürümeye başladı bu esnada da dudaklarından sessizce "hadi yeniden başlayalım bakalım" sözleri döküldü. İbrahim Bey bir şeylerin değişeceğine inanarak gelmişti tekrardan bu şehre. Kendi hikayesine ve hatıratına katacağı yeni anılar ve yeni isimler olmasını umuyordu, ama sabırsızdı. Yaşanacakları atlayıp hemen sonuçları görmek istiyordu.

Ben, bu satırların yazarı, hikayenin bu noktasında bir değişiklik yapıp, o garın önünde durup acı acı gülümseyen İbrahim Bey'in yanına gidip elimini omzuna koyup "Umut ettiğin her şey er ya da geç gerçekleşecek İbrahim! Çok yakında!" diyorum. Çünkü hikayeler bizi bu yönde sürüklüyor.

3 Ekim 2010 Pazar

"ab in den Orient-Express!"

Güneşli meydanlarda uçuşan yapraklarla, yazdan kalma kimi zaman güzel kimi zaman acı veren yorgunluklarla ve sınıf duvarlarındaki özlemle geldi sonbahar. Yapacak hiçbir şeyi olmamanın yani kavganın yakınında olup kavganın içine girememenin verdiği huzursuzlukla -aslında biraz da rahatlıkla- oturdu meydandaki banklardan birine.

Birkaç sene önce savaşta yıkılmış meydanın taşlandırması yeni bitmişti. Şehrin iki büyük yapısı arasındaki bu kare şeklindeki taş meydan tarihi ağırlığını hala koruyordu bu "kutsal" şehirde. Napolyon'u bile taşımıştı da sesini çıkarmamıştı, Amerikan bombaları onu ne kadar sarsabilirdi ki. Ayrılıkçıların güçlü seslerini ve yumruklarını da taşımıştı, ona dokunan haklıysa haklı kalmıştı, haksızsa kaybetmişti. Şehrin belki de tek adil yeriydi, bazı uzak meydanlar gibi.

Tarihe tanıklık etmiş meydan şimdi İbrahim Bey'e tanıklık ediyordu. Akşamdan kalmış olmanın verdiği hafif bir tatsızlık ve ayılamamanın çözümü kahveyle birlikte oturuyordu. Elini çenesine koydu ve düşünmeye başladı. "Şarlman yüzünden mi şehir bilim merkezi olmuş yoksa Şarlman da bunun farkına vardığı için mi buraya yerleşmiş? Üniversite bu yüzden mi kurulmuş bu şehre, yani bunların hepsi tesadüf mü yoksa şehirdeki termal kaynaklarda bir numara mı var? Peki İkinci Dünya Savaşı'nda ne kadar yardımcı olmuş üniversite yönetimdekilere? Bundan 20-30 yıl önce şehirde doğan isyan ruhu kendini sütliman bir gelirgeçerciliğe mi terk etmiş? Ya ne diyorum ben ya, kafayı toplamam lazım, karıştırmamam lazım, şarapla birayı da karıştırmamam lazım ama o ayrı."

Saatine baktı. Burda yalnız başına böyle abuk subuk şeyler düşüneceğine gidip valizini hazırlamaya başlaması gerekiyordu. Birkaç saat sonra Paris'e giden trene atlayıp ordan da Orient Express değilse bile onun muadili bir trenle onun gittiği son durağa gidecekti. Yorgunluğunu atabileceği tek yere gidiyordu, İstanbul'a.

Ayağa kalkınca gülümseyerek "ab in den Orient-Express!" diye mırıldandı. Onun şakayla kendisine söylediği söz, bundan yıllar sonra bir nefret sembolü olarak duvarlara yazılacaktı ve tarih yine kendini tekrar edecekti.

19 Eylül 2010 Pazar

garda geçen gece

Lokomotifin fren sesiyle bir anda uyandı. Uzun bir gecenin ardından gardaki banklardan birinde uyuyakalmıştı. Gözlerini oğuşturdu, bankta doğruldu. Sağ tarafına döndü ve güneşin doğmasıyla birlikte katedral kendini karanlıktan kurtarıyordu. Onun arkasında ise Ren nehri ve yepyeni bir güne "merhaba" demeye hazırlanan yıkık dökük Köln kenti uzanıyordu.

Bankın rahatsızlığından boynu tutulmuştu. Sonuçta uyumak için çok da uygun bir yer değildi. Ama neden böyle olmuştu? Neden evinde sıcak yatağında uyumak varken bu soğuk sonbahar gecesinde tatsız bir garın iki büklüm banklarından birinde uyumuştu?

Tam bunların nedenini hatırlamaya çalışırken önünde duran tren kalktı ve arkasında bir süre baktıktan sonra yanına dönüp,

-İstanbul'a gitmek istiyorum artık ben, dedi.

Uzun bir süredir kurduğu ilk cümleydi. Sesi kendine yabancı geldi. Nefesinden gelen içki kokusu onu bile rahatsız etti. Anlaşılan o ki pek fazla da hatırlayamadığı bir gecenin ardından son treni kaçırıp çaresiz kuytuda bulduğu banklardan birine oturmuştu ve uyuyakalmıştı, ya da sızmıştı.

-Sen hiç İstanbul'a gittin mi?, diye sordu yanındakine, veya bu şehirden başka bir şehre gittin mi, gitmeyi düşündün mü?

Cevap gelmedi. Sağ elini cebinden çıkarttı yanağını kaşımak için. İşaret parmağı ve orta parmağı mürekkep lekesi olmuştu. Hatırladı, bir önceki gün sınavdayken mürekkep hokkasının kapağını açarken eli kaymıştı ve bir kısmı üzerine ve ellerine sıçramıştı. "Sanki oy atmışım gibi" diye geçirdi içinden gülümsedi. Henüz oy kullanmamıştı.

-Memlekette yeni kitaplar basılıyor, yeni şarkılar besteleniyor, yeni olaylar oluyor ve biz bu yeni haberleri haftalar, aylar sonra öğreniyoruz, bizim evde neler olup bittiğini de ayda bir, hatta bazen iki ayda bir gelen mektuplardan. Burada da öğrendiğimiz, yaşadığımız şeyler bizleri onlar gibi doyurmuyor, arada bir yerde kaldık, bir çeşit Araf burası! Sen hiç Araf'ta kaldın mı?, dedi.

Yine bir ses gelmedi. Ama son soruyu sorarken sesini biraz yükseltmiş olacak, yanındaki kafasını kaldırıp İbrahim Bey'in gözlerine baktı. Konuşmaya hali yok gibiydi. O da yorgundu, bütün gece beraber oturmuşlardı.

-Ah! Şimdi şuradan ilk trene atlasam da 3-4 gün sonra Sirkeci Garı'nda simit alsam çay ilen yesem. Sonra eve geldiğimde de Valide Hanım kızsa, kahvaltıyı beklemeden bir şeyler yedim diye, oysa ben her türlü o kahvaltıyı da ederim anneciğim. Zor ya zor! Biraz yıprandım. Ne dersin, zor zamanlardan geçiyoruz öyle değil mi?

İbrahim Bey, ait olduğunu düşündüğü iki şehre de uzak garlardan birinde -hiç ait olmadığı bir yerde- oturmuş, geride kalan altı ayın dökümünü yapıyordu. Yani sarhoş olmadan önce bıraktığı yerdeydi. Zaten bu yüzden sarhoş olmuştu. Bir süre daha kafası aynı mevzularla uğraşıyor olacaktı, ta ki İstanbul'a gidip balık yenen bir lokantadan rakısından ilk yudumu alana kadar.

Dün geceden beri beklediği tren sonunda perona yanaşmıştı. Elleriyle iki yandan destek alarak kalktı, üzerinde "Aachen Hbf" yazan trene doğru yürüdü. Onun kalkmasıyla rahatı bozulan gece boyunca dizinde yatan kedi bir süre İbrahim Bey'e baktıktan sonra arkasını dönüp uykusuna devam etti. Tren gürültüyle hareket etti.

8 Eylül 2010 Çarşamba

başkalarının zamanı

Mum ışığının bir yanıp bir sönen alevi altında üç sayfa süren hesabının sonlarına geliyordu. Gözleri kanlanmıştı artık ve uykudan kapanıyordu ara ara. Ama bir türlü istenilen sonucu bulamıyordu. Zamanı kalmamıştı, eriyip gitmişti işte o aylar, haftalar, sonuç cümlesini söyleme zamanı gelmişti. Yorulmuş ve yıpranmıştı. Söyleyecek sözleri vardı ama hepsini ertelemişti. Fark etmeden yaz geçmiş ağaçlar yapraklarını dökmüş, çiçekler solmuş ve bütün bunlar olurken o masasından bir milimetre bile kımıldamamıştı. Şu an bulunduğu yerin ve zamanın çok ötesinde bir boyuta ait hissediyordu kendini. Sanki şu anda kağıtlara eğilmiş ölçüm yapmıyordu da benzer bir odada farklı bir zamanda hiç bilmediği bir aletin tuşlarına basan bir çocuğu izliyordu. Hareketlerini takip ediyordu sakince. Onun yüzündeki telaşı okuyordu ama sanki kendinden daha mutlu olduğunu düşünüyordu. Karşısındaki ışıklar saçan teknolojik alete bakarken sanki hayatında hiçbir sıkıntı yokmuşçasına gülümseyebiliyordu. Başka zamanlarda şu an olduğundan daha mutlu olunabileceğini umuyordu. Zaten hep başkalarının hayatları bize kolay ve anlaşılır gelmemiş miydi?

5 Eylül 2010 Pazar

güneşli bir pazar



Sessiz ve kendiyle geçimsiz geçen gecelerin gündüzlerin ardından bir Eylül sabahı güneşi görünce camından içeriye doğru, dersi kitabı kapatıp kendini sokağa attı İbrahim Bey. Ceket giymesi gerekiyordu hava artık soğuktu, kapıdan çıkmadan son anda uzanıp şemsiyesini de aldı ve çıktı o bilindik tatlı yokuşla şehrin merkezine kadar uzanan sokağa.

İlk olarak köşedeki gazeteciye selam verdi. Sadece mutlu olduğu günlerde selam verirdi ona. Aslında severdi onu ama birkaç ay önce Kore Savaşı konusunda aralarında sert bir konuşma geçmişti. Savaşlardan kayıplarla çıkmış iki ülkenin insanı olarak Dünya'ya hala çok farklı pencerelerden bakıyor olmalarını aklı almıyordu bir türlü. Ama bugün öyle günlerden biri değildi, kendi hesapları dahil bu tür hesapların hepsini kafasından atmıştı bugün. Kibarca gazeteciye selam verdikten sonra, yanındaki fırına girip sıcak bir "brezels" aldı, yanında da kahve. Yoluna devam etti.

Dar sokaklardan birinden geçerken burnuna pastırmalı yumurta kokusu geldi. O anda hatırladı ki bugün pazardı. Günlerden, aylardan kısacası takvimden çok kopmuştu, kafasını toplaması için dışarı çıkması ve bu kadar yürümesi gerekmişti. Pazar olduğunu hatırlayınca kendi evinde yaşadığı pazar ritüelleri geldi aklına, ağzına da pazar günleri içtiği Türk kahvesinin tadı. Aldırmadı bunlara. Hatıralarına ve şu an sahip olamadıklarına odaklanarak zaman kaybetmek istemiyordu, onun yapacakları vardı.

Taşlı sokaklardan yürüyüp çıktı şehrin meydanına. Milattan sonra 800 yılında Noel'in ilk günü Şarlman bu meydana çıktığında yaşlılığın verdiği yorgunlukla bakmıştı umutla ona bakan insanlara. Şimdi aynı noktada İbrahim Bey cebinden buruşmuş kağıdını çıkardı ve gözlüğünü takıp onunla hiç ilgilenmeyen insanlara baktı genç ama yorgun gözleriyle. Şarlman o gün Roma İmparatoru ilan edilmişti, İbrahim Bey ise sadece bir talebeydi ve kayda değer bir başarısı da yoktu henüz. Ama söyleyecekleri vardı:

"Tutulduk çiçek yağmuruna:
kırmızı, beyaz, mavi, sarı,
gülleri, karanfilleri, kınaları
hepsinin de en tazesi, en dostu, en güzeli.
Ve sesler:
güneşli bir kumsalda sevinçle yuvarlanan
dalgaların uğultusu:
gençlik
barış
hürriyet
hayat
Froyntşaft froyntşaft!"

İbrahim Bey bu şiiri o anda bağırarak mı içinden mi okudu bilmiyordu. Bildiği tek şey, yakın bir süre önce Berlin'de tanıştığı ülkesinde yasaklı şairin yeni şiirinin bir parçası onun yaşadığı hayatı da ilgilendiriyordu. Gündeliğin önemli önemsiz detaylarına takılıp Dünya'dan uzaklaşmıştı ama yine de her şeye yeniden başlayabilmek için güneşli pazar sabahları vardı.

3 Eylül 2010 Cuma

yaklaşıyor fırtına

Geceleri uykusu kaçıyordu ve kalkıp yazılar yazıyordu. Sonu gelmeyen yazılar, bir şeylerin bitmesini istiyordu, zamanın geçmesini ama geçerken peşinde ona bir şeyler bırakmasını umut ediyordu. Yıpranmıştı kısacası. Sinirle mumu üfleyip yatağına uzandı ve uykuyla mücadelesine devam etti.

Masanın üstünde duran saman kağıtlarının üstünde Lermontov'dan bir alıntı mürekkebinin kurumasını bekliyordu:

"Özlemi fırtınadır
Bulursa dinginliği
Bulur ancak
Kasırganın koynunda."

24 Ağustos 2010 Salı

ağustos böceği.

"Gecenin yıldızsız bir saati, dolunay gülümsüyor camdan içeriye doğru. Camın dışından bir ses. Alışıldık sıcaklığının altında geçen bir yazın son gecesinde mevsimin son ağustos böceği gökyüzüne doğru son şarkılarını söylüyor. "Elveda!" der gibi. Sanki mevsimi bitiren cümleyi söylemeden önce bize her şeyi düzeltmek için son bir şans verir gibi. Ama kimse duymuyor onun sesini benden başka, ben ise neyi düzeltip neyi düzeltemeyeceğimi bilemiyorum. Bir yaz daha geçiyor ömrümün maviliğinden, doğa bir kez daha giriyor buz gibi bir uykuya sessizce, çekingen adımlarla. Ben mum ışığımda hatıratıma bu satırları dizerken, şehr-i İstanbul'da güzel gözlü bir kız akşamın sıcaklığından bunalıp pencereyi açıyor ve dolunay doluyor odasının içine, faytoncular geceyi karanlığa teslim edip kısa taburelerinde oturup akşamın ilk rakısını tokuşturuyorlar, Kuzguncuk'ta genç talebelerden biri kayıkta şarabı içerken kolundaki künyesini suya düşürüyor ve farkına varmıyor -belki ayılınca farkına varacaktır- ve ondan kilometrelerce uzakta çıkış noktamızda, yani benim camımın önünde ağustos böceği şarkısını sonlandırıyor ve üzerinde bulunduğu ağaç şarkının bitmesiyle ilk sarı yaprağı düşürüyor...

Yazıyı yeniden okurken ağustos böceğinin yeniden şarkısına başlamasını iyiye işaret olarak algılamak istiyorum."

17 Ağustos 2010 Salı

demirden maskeler.



"Hazan mevsiminin telaşlı yağmurlarını Ağustos ayından suratıma çarpmaya başladın. Oysa biz sıcak yaz gecelerinde serinlemek için karpuz yerdik verandamızda. Yaptıklarının hepsini beni müşkül durumda bırakmak üzere yapıyorsun sanki. Seninle konuşurken de gözlerini kaçırıyorsun masum bir çocukmuşçasına, sanki küçük olman seni bütün günahlarından arındıracakmış gibi. Sana mecburiyetten katlanıyorum ey şehir! Seni terk edemediğimden sana dönüyorum, çünkü benim sana, senin de bana muhtaç olduğunu biliyorum.

Kalırdım oysa şehr-i İstanbul'da. Tam bu vakit mis gibi deniz kokardı Üsküdar sahili. Geceyi delen bir kanun sesi ve bize kadeh kaldıran Kız Kulesi. Senin bana sunabildiğin yalnızca maskeler var. Şehrin her tarafına sakladığın maskeler. Mevsimlik maskeler. Günden güne insanların yüzlerini ve hislerini farklı şekillerde arkalarına sakladığı, nefes almayan, aldırmayan...*

Sen yaprakları ağaçlarından erken düşürmeye devam ettikçe, ben senin yakanı bırakmayacağım. Sonunda ya sen bana dönüşeceksin, ya da ben senin meydanlarına asılı demirden maskelerden birine..."

*: Yazılar burada okunamaz hale geliyor, üstü karalanmış çok fazla kelime olduğundan ancak seçebildiklerimi yazabildim.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

kaldırım taşı

Elini yüzüne götürdü, kan geldi. İlk başta korktu İbrahim Bey. İyice yokladı, burnu kanıyordu. Cebinden çıkardığı mendiline kanı sildikten sonra ellerini topraklı kaldırıma basıp kalkmaya çalıştı. Dizi sızlıyordu. İlk denemesinde beceremedi. Çöktü. Bir kere daha elinin üzerinde doğrulmaya çalıştı. bu sefer sağ ayak bileğini burktuğunu fark etti. Bir süre kalkmayı beceremeyeceğini anlayınca kendini binanın duvarına doğru sürükledi ve sırtını duvara yaslayıp durdu.

Gecenin bir yarısıydı. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. İlk gözüne takılan çoban yıldızı olmuştu. Ona bakıp hayal kurduğu zamanları hatırladı. Yaz aylarında arkadaşlarıyla omuz omuza verip yıldızları seçerlerdi, isimlerini tartışırlardı. Şimdi omzuna dayandığı soğuk bir duvardı. Ay yeni doğuyordu, yüzüne vuran ışıklardan biri de oydu. O esnada hafif bir esinti duydu yüzünde ve işte o an olan oldu.

İlk gözyaşı gözünün kenarından akmaya başladı. Birkaç gündür bunun geleceğini biliyordu. O sert görüntüsünün altında kendini fazla hırpalamıştı. Dışarıya neşe saçmak istiyordu ama o gücü de bulamamıştı son günlerde kendinde. Varsa yoksa saman kağıdı, dolma kalem ve sonu gelmez çizimler. İyi haber alamaz olmuştu. Kendi derdine düşmekten ajansı da takip edememişti, takip edebilseydi o da sıkıntı verirdi mutlaka. O an gözünün önünden geçti ailesi, arkadaşları, burnunda tüten şehri, sonra hissetti dizindeki ve bileğindeki ağrıyı ve en sonunda da göğüs kafesindeki ağrıyı. Sağ gözünden akan yaşa sol gözü de eşlik etti ve sonra yaşlara hıçkırıklar eşlik etmeye başladı. Sokağın ortasında, apartmanın camındaki beyaz saçlı kadının şaşkın bakışları altında hüngür hüngür ağlamaya başladı. Tutamıyordu kendini. Şimdi ne sert görünüşü, ne ecüş bücüş mühendislik hesaplarını, ne hayal kırıklıklarının önemi vardı. O an sadece kendi vardı ve tabii ki yanağını ıslatan gözyaşları.

Yol kenarında uzun bir süre ağladı, o sürede aklından neler geçti ne kararlar aldı, bilemeyiz. İçinden akanlar onu rahatlatmıştı. Hatta ağrıları da azalmıştı. Ellerini tekrar tozlu kaldırıma bastı ve bu sefer vücudu ona ihanet etmedi, ayağa kalktı. Dimdik durdu, paçalarındaki tozu temizledi. "Kendi düşen ağlamaz" diyemese de destek almadan ayağa kalkmayı becermişti. Karanlık gecede yalnız başına dimdik yürüyordu şimdi. Ne yüzü gülüyordu, ne ağlıyordu, kararlı ve rahat bir ifadesi vardı.

O gün yolda yerinden oynamış bir kaldırım taşı ona bunları hatırlatmıştı. Ondan yaklaşık yarım asır sonra aynı yoldan geçen genç bir çocuk sinirle o taşa tekme attı ve ayağı acıdı.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

yine bir gün

Güneşin artık erken doğduğu kentte sabah cama vuran yağmur sesiyle ve aynı zamanda perdeyi açmaya çalışan güneşli rüzgarla uyandı bir anda İbrahim Bey. Saate baktı, çalmasına beş dakika vardı, uyusa olmazdı, uyansa yataktan kalkamazdı. Yavaşça gözlerini açmaya çalıştı tavana baktı, o gün yapacakları geldi aklına. Sıkılarak kafasını sağ tarafa doğru çevirdi, şimdi tavanın kardeşi duvar vardı karşısında, bembeyaz bir duvar. Tekrar aklına geldi kalkma gerekliliği. Ayaklarına kalkmasını emretti isteksizce, ayakları itaatsizlik etti, koluna gönderdi aynı emri, orda da isyan bayrağı çekilmişti. Tam karar veriyordu, kalkmayacaktı, bir gün eksik olsa hayatında ne fark edecekti, kim fark edecekti? Bu düşünceler içinde mayışmışken bütün huzurunu paramparça edecek şekilde başladı çalar saat. Vücudunun bütün itaatsiz parçaları gerekli emri aldı ve kolu önce davrandı saati susturdu, ayakları ve gövdesi de kalkmak için hareketlendiler ve bir yaz günü, bilinen yazların yaşanmadığı, tarihin ve coğrafyanın unuttuğu bu sınır kentinde diğerlerine benzer bir şekilde gösterişsizce başladı.

Perdeyi açtı ilk hareket olarak, önünde yağmur altında ölü bir şehir ve dalga geçer gibi bir güneş. Bizim üzerine saatlerce konuşabileceğimiz bu hüzünlü manzaraya aldırmadan döndü ve banyoya doğru yol aldı. Alışmıştı artık şehri her gün aynı donuklukta görmeye. Bu şehri Istanbul'la karşılaştırarak yanlış yapıyordu. Şehir kendi halinde hareketli bile sayılırdı özellikle bu zamanlarda. Civar kasabalardan, köylerden insanların her sene severek ve hatta bir görevmişçesine geldiği geleneksel "Öcher Bend" başlamıştı. Geceleri evinin camına vuran renkli ışıklara bakıp "kasabaya panayır gelmiş, aman ne eğlence!" diye küçümsüyordu.

Banyodan geldiğinde akşamdan yarım kalan notlarını ve kitaplarını çantasına dikkatlice yerleştirdi. Kitapların hepsi boy sırasında durmalıydı. Küçükler önde büyükler arkada, kalemler soldaki gözde; cetvel, pergel, silgi gibi ıvır zıvır da sağdaki gözde. Sonra dolaptan pantolonunu çıkardı, giydi, akşamdan hazırladığı gömleğini de giydi. En son odasındaki kırık aynaya baktı. Traş olsa iyi olurdu ama vakit yoktu ve uykusunun açılmasına tahammül edemezdi, onun yerine bıyıklarını düzellti tarakla, saçını bi eliyle yokladı ve her zamanki gibi yana yatırdı. Bir süre anahtarını arandı, buldu. Ayakkabılarını giydi, şemsiyesini aldı, artık kapının önündeydi, çıkmak üzereydi. Her gün yaptığı gibi son kez evin içine baktı, bir şey unutmamıştı görünürde. Kapıya yöneldi, dışarı çıktı, kapıyı kapattı, anahtarı taktı ve kapıyı kilitledi. Bir gün önceki ve bir gün sonraki İbrahim Bey'in aynı saatlerdeki adımlarına basarak merdivenden aşağıya indi ve sokağa çıktı. Kütüphaneye gidiyordu.

Odasında çalışma masasının üzerinde hatıratı açık kalmıştı. Onun bütün hareketlerini izliyordu, her gün yaptığı gibi onu izliyordu, İbrahim Bey bunun farkına varmezken. Üzerinde alışıldık bir el yazısıyla, alışık bir cümle yazıyordu: "Düşünüze hiç girmez mi İstanbul?"

5 Ağustos 2010 Perşembe

uzak ülkeye bilet.

"... yaşanılan bütün sıkıntılar, ıskaladığım her şey, görüp de sevemediklerim, sevip de göremediklerim yani yaşanmışlık adına saydığım her şey bir siyah bulut gibi etrafımı kapladığında bir yol gözüküyor önüme. O yola çıkmak istiyorum. Lirik bir öykü gibi de değil, sadece bir sabah alacakaranlığında köhne bir tren istasyonundan ilk trene binip gitmek. Cebinde yeni hedefinin adı yazan bir bilet, yanında ufak bir valiz ve yüreğinde kırık dökük bir sevda şarkısı. Sanki artık bu Dünya'da ve hesaplaşmaların sonu gelmediği bu şehirde seni ilgilendiren hiç bir şey kalmamış ve kafandakilere nokta koymadan sonsuzluğa yollamışsın gibi.

Gittiğin şehirde atlılar karşılayacak seni. Tren istasyonun kapısından çıktığında adını söylecekler, "hoşgeldin İbrahim! Yolculuğun nasıl geçti?" Sen yolculuk var mıydı yok muydu onu bile hatırlamayacaksın, çünkü geride bıraktıkların artık kafanda olmayacak. Seni karşılayan atlıların eşlik ettiği bir faytonda kalacağın yere götürüleceksin. Yol boyunca etrafına baktığında üzüm bağları, şeftali bahçeleri, palmiye ağaçları, sesine ve kokusuna hasret kaldığın denizi göreceksin. Geçmişinden bir çok hatıra burada yoluna çıkacak ama sen onları fark etmeyeceksin, çünkü senin bir geçmişin olmayacak artık. O gün o tren istasyonundan bambaşka biri olarak çıkacaksın, yeniden doğacaksın, adından başka hiçbir şey artık sana ait olmayacak, ellerin ayakların bile. Hatta ağrımayacaklar artık uzun yürüyüşlerden sonra dizlerin.

Kalacağın yer de eskiden gördüklerine benzemeyecek. Büyük bir yatak, kocaman bir çalışma masası, genişçe bir mutfak ve duvarlar boyunca bir kütüphane. Hayatının geri kalanında burda oturup kitap okuyup, şarap içip, müzik dinlemen gerektiğini odaya girdiğinde anlayacaksın ve tam o anda eski bir pikaptan kalın sesli bir adam söylemeye başlayacak "sometimes i feel like a motherless child..."

..."

Not: yukarıdaki notları İbrahim Bey'in hatıratından noktasına dokunmadan yayınlıyorum, zaten dokunulacak pek bir şey de bırakmamış bize İbrahim Bey. Gitmek istediği uzak ülkeye dair detaylar başka yazılarında da mevcut, onları da zamanla paylaşacağım.

29 Temmuz 2010 Perşembe

hava muhalefeti

Pardösüsünün yakalarını kaldırıp omuzlarını yukarı çekerek ve çantasını koltuğunun altına sıkıştırarak çıktı binadan. Saçak altlarına denk gelmeye çalışarak kıyıdan kıyıdan yürüdü ve ilk sağa saptı. Onun peşinden sokağa giren biri onu korkak ve çekingen adımlarla yürüdüğünü düşünürdü. Yağmurun altında kırılgan vücudunun üşüdüğünü ve belki de yakın bir zamanda hasta olabileceğini aklına getirirdi ve ona acırdı. Sokağın karşısından ona doğru yürüyen adam yüzündeki kızgın bakışı fark edebilirse belki de biraz uzaktan gider, yolunu değiştirmeyi bile düşünebilirdi. Normal bir zamanda bile olsa etrafına kızgın bakışlarla bakardı kaşlarının çatıklığı ya da o yüzündeki huzursuzluk sanki doğuştandı. Karşıdan yürüyen adam bu donuk bakışlı uyuz adamdan ilk anda nefret edebilirdi.

İçinde ise o anda dışardakine eş değer fırtınalar kopardı. Bazen özellikle de dostluk adına güzel bir haber almışsa, "işler tıkırında" -alles in Ordnung lafını her ne kadar sevmese de benimsemişti.- ise içinden akan ferah bir şeyler hissederdi. Ama yüzüne yansıtmazdı. Öte yandan planları hiç bir şekilde tutmadıysa ve sabah kalktığından beri akşam yatacağı anı iple çekiyorsa o zaman da her şey aşağı doğru hareketlenirdi, omuzlarının üstünde başka birini taşıyor gibi olurdu. Bunu da yüzüne yansıtmazdı. Hatta bu git-gel'ler gün içinde defalarca olabilirdi.

Artık o da şehrin havası gibi karaktersizleşmişti. Yağmuru, kükürtlü suyu, kaldırım taşları, duvarlarda kötü zamanlardan kalan mermi izleri, katedrali gibi şehrin bir parçası olma yolunda ilerliyordu. İçinde fırtınalar koparırken her şeyi bir anda, tek bir dokunuşla dindirebilirdi. Ya da o bunu böyle düşünerek kendini rahatlatmak istiyordu, "bütün ümidini buna bağlamıştı."

23 Temmuz 2010 Cuma

"yaz" bir yere

İbrahim Bey şehrin en büyük meydanlarından birinde Antoine Roquentin ve sevgilisi Anna’nın kendisinden yirmi küsür yıl önce oturduğunu düşündüğü kafede oturuyordu. Hatta oturur oturmaz onlar gibi şeker kavanozunun içindeki böcekleri aramıştı ama bulamamıştı. Güler yüzlü garson kıza bir adet buğday birası sipariş vermişti ve onun gelmesini bekliyordu. Düşüncelere dalmıştı İbrahim Bey. “Zor bir günün ardından bira içip dinlenmek gibisi yok” diye düşündü, fakat sonra böyle bir yaşam tarzının kendine ait olmadığını, sonradan bu şehirde edindiği alışkanlıklarının böyle düşünmesine neden olduğunu anlayıp utandı.

Yaz gelmişti. Yorucu kışın ardından sonunda bu kente de yaz uğramıştı. Aslında bu söylendiği kadar da kolay olmamıştı. Bahar aylarında güneşe hasret kalmışlardı şehir olarak. Ancak bu şehrin insanları bunu önemsemiyordu. O da yavaş yavaş alışmaya başlamıştı. Pişkin pişkin sıratarak “Eee bu şehirde böyle, napalım?” diyordu sanki kendi yaşadığı topraklarda böyle şeylere hep alışıkmış gibi. Ama ne olduysa bir anda yağmurlar kesilmişti ve ağır bir nem tabakası altında güneş kaplamıştı şehri. Böyle olduğu zamanlar yüzü gülerdi hep İbrahim Bey’in. İçinden çıkılmaz mühendislik hesapları, içinden çıkaramadığı sıla özlemi, tatil isteği yok olurdu birden. İyi şeyler düşler, iyi şeyler yapardı, yorucu bir günün altında güneşli bir meydanda oturup birasını yudumlarken bir şeyler karalamak gibi.

Garson kız birasını getirdiğinde göz ucuyla yazdıklarına baktı. Yazısı biraz okunaksızdı ama okunaklı olsaydı da garson kızın anlayabileceğini sanmıyorum, çünkü kendi dilinde notlar alıyordu. İbrahim Bey o esnada anılarını yazıyordu. Geçiremediği yazları, güzel ve huzurlu geçirdikleriyle telafi ediyordu bir başka deyişle. Mahalleden arkadaşlarıyla tramvaya atlayıp Bostancı’ya yüzmeye giderlerdi. Aslında yakında birçok kumsal olmasına rağmen onlar Bostancı’yı tercih ederlerdi. Bahar aylarında Adalar’a gittikleri de olurdu hatta. Bostancı’da sabahtan akşama kadar denize girdikten sonra akşam batan güneş ve deniz manzarasında rakı içerlerdi. Bazen mangal yaparlardı, üşendikleri zaman da yanlarında getirdikleri yemekleri yerlerdi. Sanki hiçbir tasası, hiçbir sıkıntısı yokmuşçasına hatta bir daha hiç olmayacakmışçasına eğlenirlerdi. Yaz akşamları gökyüzüne bakıp kayan yıldızları seyretmek –ki ay olmadığı zaman çok fazla görürlerdi-, birkaç haylaz kahkaha arasında yanlarında oturanlarla tatlı tatlı atışmak, dönüş yolunda tramvayda uyuklamak ve tabii son olarak eve geldiğinde geç geldiği için azar yemek gibi zevkleri vardı. Şimdi eskiye dair her detay onun hoşuna gidiyordu, en sıkıcıları bile. O tatlı akşam meltemini bu sıcak ve nemli meydanda yüzünde duyuyor ve mutlu oluyordu kağıda bir şeyler karaladıkça. O da biliyordu artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, hayat git gide daha da ciddileşiyordu. Ama ne olursa olsun ara sıra eski güzel anılarının altında ezildiğini hissediyordu ve onları yazarak kafasında yeniden yaşatmaya çalışıyordu, e yazmak da olmasa nasıl başa çıkardı iman tahtasına uygulanan baskıyla?

18 Temmuz 2010 Pazar

tarihe şahit yıldız

Pazar sabahı kilise çanlarının sesiyle uyandığında saat onbire geliyordu. Bir önceki akşam şarabı fazla kaçırdığından başı hafiften ağrıyordu. Alışamamıştı bu içkiye liseden beri. Oysa rakı olsaydı devirmez miydi bütün arkadaşlarını? İçini çekip yataktan çıktı. Güneş ufak penceresinden yüzüne vuruyordu. “Tıpkı odam gibi” diye düşündü, odasının çok uzakta olduğunu hatırlayarak.

Evinin ortak alanında mutfak tüpünün üstüne yerleştirdi validesinin bavuluna son anda zorla sıkıştırdığı çaydanlığı. Çayın kokusunu duyunca komşularının da uyanacağını ya da uyanmışlarsa da dışarı çıkacağını düşündü. Seviyordu komşularını. Şehrin merkezine yakın 4 katlı bir evin çatı katında yedi tane küçük odacığa bölünmüş bir yerde kalıyordu. Komşularından ikisi kendisi gibi İstanbul’dan gelmişlerdi, bir tanesi çok sessiz bir Fransızdı, bir tanesi sürekli sarhoş gezinen savaşta yakınlarını kaybetmiş yaşlı bir Almandı, iki tanesi üniversite öğrencisiydi ve bir de kafası sürekli güzel Hollandalı vardı. O dönemlerde çok yaygın olan kahve kaçakçılarından olmasından şüpheleniyorlardı. Pek kahve içmezlerdi onlar da bu yüzden. Hangi kahvenin gerçek hangisinin kaçak olduğunu anlamak zordu.

Çayın demlendiğini düşününce kendine bir bardak çay koyup çaydanlığı mutfakta bırakıp odasına döndü. Dün akşamdan yarım kalan hesaplarını tamamlaması gerekiyordu. Pencereden dışarıya doğru baktı ve gözü bahçede ayaktopu oynayan çocuklara takıldı. Ülkesinden de tanırdı bu oyunu. Oturduğu mahellede ünü yürümüş bir takım bile vardı. Sonra savaşta büyük çoğunluğu yıkılmış bir kent olmasına rağmen bütün heybetiyle karşısında duran Katedrale baktı. “Burası benden başka kimin evi olmuştur acaba?” diye düşündü.

Elbette bu sorusunun cevabını hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Ama biz bu noktada okuyucuya cevabı asla verilmeyecek bomboş bir soru yöneltip, anlamsız bir edebi –hatta ebedi- oyun yapmak istemediğimizden kahramanımız İbrahim Bey’i kendi abuk subuk, ecüş bücüş mühendislik hesaplarıyla baş başa bırakıp oturduğu binanın tarihine eğilmek istiyoruz.

Onsekizinci yüzyılın başlarında Düsseldorf’ta marangoz çıraklığı yapan güler yüzlü ve kırmızı suratlı Dieter Kranz’ın tek hayali sanayileşmeye başlayan Dünya’da yer sahibi olmaktı. Fransız Devrimi’yle birlikte hareketlenen burjuva hareketini, henüz yirmili yaşlarında olan Dieter yakından takip ediyordu. Gençliğinde Voltaire ve Rousseau gibi Fransız filozoflarını kendi dilinden okumak için Fransızca öğrenmişti. Kurnaz bir Alman’dı ve ahşap sanatlarından da iyi anlıyordu. Binsekizyüzonbeş yılında Aix la Chapelle, Prusya İmparatorluğu’na bağlanınca o da hayatında atması gereken önemli adımın zamanı geldiğini düşündü ve sırtına ufak çantasını ve aletlerini alıp bu kentin yolunu tuttu. Fransızlara olan hayranlığı bu “Yeni Germenleşmiş” kentte ona kolaylık sağlayacaktı.

Kendine ufak bir dükkan açtı. Mutfak eşyalarından dolaplara, yataktan yemek takımlarına her şeyi üretiyordu. Sevimli mizaçı ve uygun fiyatlarıyla kısa zamanda müşteri sayısını arttırdı. Çalışma masası yaptırmak için dükkanına gelen mavi gözlü, siyah saçlı, güzeller güzeli ve şehrin önemli zenginlerinden olan Richard Preau’nun kızı Mai ile tanışana kadar her şey yolundaydı. Mai’yi bir çalışma masası için defalarca dükkanına çağırdı veya defalarca ölçü almak için onun evine gitti. Bu yakınlığın sonucunda Mai’ye yapılan çalışma masası, bütün eşyalarını Dieter’in kendi el emeğiyle yaptığı çiftin ilk evlerinin bir odasına yerleştirildi. Tanıştıklarından bir yıl sonra evlenmişlerdi ve iki yıl sonra da bir tanesi Dieter’e benzeyen sarı saçlı ve kocaman kırmızı burunlu ve bir tanesi de annesi Mai’ye benzeyen iki tane kız çocuğu dünyaya getirdiler.

Aradan yıllar geçti Dieter işleri büyüttü, tabii kızları da büyüttü ve evlendirdi. Elindeki birikmiş parasıyla geçmişten beri hayali olan fabrikayı açmak istiyordu. Ama artık yaşlanmıştı ve ailesinin geleceğini düşünerek ev yaptırmaya karar verdi. Düşünsel olarak da Voltaire ve Rousseau’nun çizgisinden çıkmış ve bambaşka bir akıma kaptırmıştı kendini. Bunda büyük kızının kocası yazar Friedrich’in ve Rheinische Post gazetesinin başyazarının etkisi vardı. Binsekizyüzkırküç yılında başlayan inşaat binsekizyüzkırkaltıda tamamlandı. Sonuçta ortaya kahramanımızı çatı katında bıraktığımız dört (bir de çatı katıyla beş) katlı binanın ilk hali çıktı. Giriş katı dükkanlardan oluşuyordu. Bu dükkanlardan birine artık sadece hobi olarak kullanacağı atölyesini koymuştu. Yeni ilgi alanı maketlerdi, sabahtan akşama kadar maket yapardı ve bazen ilgilenen olursa satardı. İkinci dükkanı da küçük kızının kocası şehrin en güzel pastacısı Florian’a vermişti. Birinci katını kendisi ve kendisi gibi yaşlanan güzel gözlü karısı için düşünmüştü. İkinci ve üçüncü katta kızları ve aileleri vardı. Dördüncü katı önce açgözlülüğünden yaptığını düşünse de, bu kat karısının kurnaz kardeşi Philipp yakalarını bırakmayınca ona kaldı. Çatı katını ise torunlarına oyun odası olarak düşünmüştü. Ancak zamanla hizmetçilerin yatak odası olarak kullanılmaya başladı bu güzel manzaralı odalar.

Uzun bir süre aile fertlerine yuva olan bu ev Dieter’in ölmesiyle yavaş yavaş dağılmaya başladı. Son zamanlarda iyice yaşlanan ve basit toplama çıkarmaları bile yapamayan marangoz, işleri devredeceği bir oğlu da olmadığından atölyesini kapatmak zorunda kaldı. Emeklilik günlerinin karısının güzel gözlerine bakıp maket yaparak geçirdi. O öldükten sonra kızları annelerini yanına alıp onların oturduğu katı ikiye bölüp kiraladılar. Böylece orjinal hali ilk kez bozulmuş oldu evin. Düzeni alt üst olan kadın anıların içinde yaşamaya dayanamayarak kocasının ölümünden bir yıl sonra onun yanına gitti. Böylelikle evin bütün hakimiyeti damatlara geçti. Büyük kızkardeşin yazar kocası Berlin’de bir gazeteden iş teklifi alınca onlar da taşınmak zorunda kaldılar. Böylelikle ailede bir yaprak dökümü başlamış oldu. Bu durumu fark eden kurnaz kayınbilader Philipp binaya alıcı aramaya başladı ve sonunda sert bakışlı emekli bir asker olan Georg Schultz binanın yeni sahibi oldu. Binadan gelen gelir kızkardeşlere eşit olarak paylaştırıldığı söylense de hiçbir işe yaramayan Philipp’in bu satış işleminden sonra yeni bir ev alıp iş kurması hep “acaba?” sorusunu gündeme getirdi. Ama dayılarına saygılarından ve şeytan tüyü olan bu herife kızamamalarından dolayı ailede bu konu bir daha hiç açılmadı.

Kranz ailesi de zaten evden ayrıldıktan sonra doğru düzgün tekrar bir araya gelemedi. Onlardan geriye sadece Dieter’in ev yapıldıktan birkaç sene sonra gururla giriş kapısının üstüne astığı ailesini sembolize ettiğini söylediği iki defne yaprağı arasında yıldız bulunan pirinç ve bakırdan arma kaldı. Oysa Philipp dahil herkes bunun ailesini temsil etmenin yanı sıra o dönem etkisinde kaldığı akımları da temsil ettiğini biliyordu.

Uzun bir diferensiyel denklemin çözümünün sonuna gelmişti İbrahim Bey. Hava kararıyordu. Kımıldadığında sırtının ağrıdığını fark etti. O ağrıyla birlikte okkalı bir küfür savurdu Newton’a. Dışarı çıkacaktı artık. Kalınca giyindi, kapısını kitledi. Merdivenleri inerken düşünüyordu, “acaba bu diferensiyel denklemleri teker teker değer vererek saatlerce çözmek yerine, bunu bizim yerimize yapacak bir alet olacak mı?” diye. İbrahim Bey o gün ilk defa farkında olmadan bilgisayardan bahsetmişti, sokak kapısından çıkarken başının üstünde duran tarihe şahit pirinçten aşağı yukarı yıldız yüz yaşında olmasına rağmen hala parlıyordu.

16 Temmuz 2010 Cuma

gece yürüyüşü

Penceresinden dışarıya bakmak için doğruldu İbrahim Bey, “kar devam ediyor demek” diye mırıldandı. Sonra önündeki defterini kapatıp, dolmakalemini koruyucu kabına dikkatle yerleştirip ayağa kalktı. Gecenin bir yarısı ufacık odasında içi sıkılmıştı, dışarı çıkmak istiyordu. Validesinin ördüğü yün atkısını boynuna iyice dolayıp, beresini taktıktan sonra kendini dışarı attı. Aklındaki tek şey bu uzak kentin küf kokan sokaklarında kar sessizliğinde biraz yürüyüp rahatlamaktı.

İçinden hatta biraz da dışından Mehveş Hanım’ın eski parçası “Kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem”i mırıldanıyordu. Aklında karın hiç bu kadar yağmadığı, yağmurun ise her daim yüzünü okşadığı uzak bir şehir vardı, doğduğu şehir. Bir gece yine böyle bir soğukta –azıcık da kar yağıyordu- Kanlıca’da sıcak ve bol demli, şekersiz çayını yudumlarken de aynı şarkıyı mırıldanmıştı. O zaman “kaçıp bırakmak” istediği şey İstanbul’du. Şimdi ise şarkının devamında söylediği gibi “kalbi yanıyordu ismini kimden işitse.”

“Ah Kanlıca!” dedi içinden “Çocukluğumun geçtiği Kanlıca”. Cumhuriyet yeni kurulmuştu. İnsanlarda tatlı bir heyecan vardı. Kara bir duman gibi şehrin üstünü kaplayan düşman işgali sonunda bitmişti, sokaklarda bilinmedik üniformalarla dolaşıp etrafına kibirli ve can sıkıcı bakışlar atan İngiliz ve Fransız subayları şehri terk etmişti. “Yeni”yi kavramak istiyordu herkes. O ise sadece top oynamak isteyen ve etrafındaki değişimi fark edemeyen bir çocuktu daha.

Oyunlardaki başarısızlığı –o bunu sonradan “şanssızlığı” olarak nitelendirecekti- onu mürşit ilimlerle ilgilenmeye şevk etti. Evlerinin hemen yanındaki velespit tamircisi Necdet Usta’nın dükkanında çıraklığa başladı. Aslında ailesi ve o bunu tam olarak çıraklık olarak nitelendirmiyordu. Okuldan arta kalan boş vakitlerinde Necdet Usta’nın yanında vida sıkıyor, lastik yamalıyor veya zincir takıyordu.

Bir gün validesi ona “Bu sabah törende yaramazlık yapma, Kemal Paşa vefat etti” dediğinde ilkokul dördüncü sınıftaydı ve sevilen bir öğrenciydi. Bu kayıp onun hayatında köklü bir değişikliğe sebep olmamıştı ama yıllar sonra hatıratında bu olayı çok önemsemiş ve “O gün büyüdüğüm gün oldu” gibi beylik bir laf etmişti. Nedenini kendi de bilmiyordu, belki de böyle bir laf ederek kendinin önemseneceğini düşünüyordu.

Ailesi onun Mekteb-i Sultani’ye gitmesini istiyordu. Ancak o dönem saygı gören bir dil olan Fransızca onun ilgisini çekmiyordu. O daha çok Germen Tekniği’ne merak sarmıştı ve o zamanlar adı Sankt Georg Alman Lisesi olan ve o okurken tekrar eski adına –en azından eski adının bir kısmına- kavuşan Avusturya Lisesi’ne yazıldı. Lisedeki yıllarını hep hoş bir tebessümle hatırlayacaktı. Batı adetlerini güzelce kavramış, Beyoğlu’nda ve Pera’da Vals yapılıp şarap içilen gecelerin müdavimi olmuştu. Bir yandan Dünya savaşla boğuşurken, ülkesinde insanlar açlık çekerken o bunların hepsine sırt çeviriyordu. Mahallesinden dışarıyı pek fark edemiyordu. Aklında sadece dönemin güçlü ülkesi Almanya’da teknik okumak vardı ve bu hedefte ilerliyordu.

Savaş bitti. O hayran olduğu Almanya savaşta yenildi. Bu yenilgi onun hayatında da düşünsel anlamda farklı bir pencere açacaktı. Etrafındaki dünyanın farkına varacaktı. Ama yine de ne yapıp edip savaşın bitmesinden üç sene sonra sular biraz daha durulmuşken Batı Almanya’ya Aix la Chapelle kentine teknik ilimler okumaya gönderildi. Ailesinin ve ülkesinin de bu konuda önemli bir desteği olmuştu. O dönem yurtdışına gönderilen bir grup öğrencinin içindeydi.

Aix la Chapelle’i başta pek beğenmemişti. Anılarından kaçtığı kendi şehrine pek benzemiyordu. Çoğu Avrupa şehrinin içinden en azından bir dere geçerdi, burda o bile yoktu. Halbuki o Boğazlara alışmıştı. Hava durumu olarak da Lodos’u ya da Poyraz’ı bilirdi. Buradaki gibi yağmuru da daha önce hiç görmemişti. İlk birkaç ayı alışma süreci içinde geçti. Fransız işgalinden yeni kurtulmuştu bu kent. Bu açıdan İstanbul’u hatırlatıyordu ona. Ama o kent de şimdi İbrahim Bey gibi batı sınırında sıkışmıştı ve bu yıkık dökük ülkede yeniden yapılanmaya çalışıyordu kendince.

Kendine çatı katında ufak bir oda buldu. Memnundu hayatından. Fazla arkadaşı yoktu. Olan arkadaşları da genellikle önyargılıydı ona karşı. Bilinmeyen, tanınmayan bir coğrafyadan gelmişti ve kaşı gözü karaydı. Ama bunun gibi renk ayrımcılıklarından ağzı yeterince yanmış olan bu ülkede en azından içten içe bir saygı gördüğünü düşünüyordu. Haklı mıydı haksız mıydı, bunu bilemiyoruz.

Şimdi gelişinin üçüncü yılında yalnız başına sokakta yürürken kafasında çeşitli düşünceler vardı. Bunların en önemlisi “ne olacağım”dı. Dünya savaştan sonra rahatlamış ve teknik anlamda –yani onun mesleki alanında- hızla ilerliyordu. Bazıları uzaya gitmenin hayalini kurarken, bazıları dönemin önemli bilim adamı Aynştayn’ın önderliğinde kuantum fiziğine merak sarmıştı. Bunun dışında ülkesinde baskılı bir rejim başlamıştı ve birçok şair, yazar ve düşün adamı yurtdışına kaçmıştı. O da bu konuda ilgisiz kalamıyordu ve okuduğu kitaplar onu yeni siyasi akımlara yönlendiriyordu. Etrafındaki insanlarla ayrı düştüğü konularda ise maalesef sessiz kalıyordu ve sadece izliyordu.

Yirmili yaşlarının başında kafa karışıklıkları içinde sokakta yalnız başına ilerliyordu bu aslında yabancı ama artık evi olmuş kentte.

15 Temmuz 2010 Perşembe

anlatıcının ilk notu

Bu şehre ilk geldiğimde günler geçmek bilmezdi. Şehir benden uzak, ben şehre yabancı yaşardım. Ne de olsa daha büyük şehirlerle nişanlanmıştık, dişimize göre değildi burası. Ancak zamanla bu şehirle başka bir bağım olabileceği düşüncesine kapıldım. Sanki günümüzden bir süre önce başka bir kılıkta, başka bir adam benimle aynı duyguları yaşamıştı ve o adam bana ulaşmak istiyordu. Evet, evet yüzünü seçer gibi oluyordum bazen. Rüyalarıma girip benimle konuşuyordu. Bütün bunları bu şehirde geçirdiğim yalnız ve soğuk gecelere bağladım başlarda. Hatta bunun devamında uykusuz geceler de kesilir gibi oldu ama sanki zamanın öbür ucundan bir el yakama yapışmıştı ve beni bırakmıyordu. Benden bir şey yapmamı istiyordu, insanlara bir öykü anlatmamı istiyordu. Ben o sese kulak vermedim. Gördüklerimi yorgunluğuma verdim ve yoluma devam ettim.

Ancak her şey geçtiğimiz kış yeniden başladı. Korkunç rüyalardan uyandığım bir gece vakti antika çekmecemin iç kısmına iki katının arasına gizlice yerleştirilmiş tozlu kahverengi bir defter buldum. Kapağını açtığımda hayatımın geri kalanını derinden etkileyecek bir adamın ilk cümlesini okudum: "Burada yazılanların hepsi ya yaşandı ya da yaşanacaktır." İbrahim adında maceraperest bir üniversite öğrencisinin günlüğüydü bu. (ya da hatıratı onun deyişiyle). İlk yazısının başında titrek bir el yazısıyla "10 Ocak 1951" yazıyordu ve tarihler böylece ilerliyordu. O gece sabaha kadar o günlüğü okudum. Sadece eğlenceydi benim için. Ancak gün geçtikçe evin çeşitli yerlerinde, tavan arasında farklı farklı defterler bulmaya başladım. Sanki bu İbrahim Bey ben okudukça yani yazılar yazıyor, yeni defterler bitiriyor, onları evin bir köşesine saklıyor ve beni izliyordu. Yazıların başına tarih konmamaya ve içerikler de değişmeye başlamıştı.

Sonunda karar verdim. Bütün bu yazıları toplayıp İbrahim Bey'in hikayesini anlatmam gerekiyordu. Onun o zaman yaşadıklarını ve o zamanki duygularını bugün anlatmak benim görevimdi. Bilmediğim tek bir şey vardı: Zamanla benim hayatım onun, onun hayatı benim olacaktı ve hangisi benim sözüm hangisi onun düşünceleri bunu kimse bilemeyecekti. Biz sadece geçmişin ve geleceğin izdüşümlerinde kaybolmuş iki kimsesiz yolcuyduk.