14 Kasım 2011 Pazartesi

bu sonbahar geçmedi.

"Bu sonbahar geçmedi, içimize işledi.
Kahverengi yapraklarıyla yollar boyunca bitip gitmeyen bir mevsim. Belki de son yaprak da düştü ağaçtan ama biz hala kışa hazır değiliz. Zaman zaman vuran sıcak hava dalgaları, ölü yapraklarla birlikte ezilip giden hayallerimizi yeniden diriltmeye de yetti. Hep bir "hava açar mı acaba?" umuduyla bir sonbahar daha bitti. Ama...
Bu sonbahar geçmedi, içimize işledi.
Eski evlerin bulunduğu dar sokaklarda saatlerce yürümek, yürürken de anca üşüyerek vakit geçirmek. Kendi kendinle konuşup, kendinden sıkılıp gölgenle konuşmak. "Her sonbahar diğeriyle aynı" dersin, geri dönüp bakmak zor geliyor biliyor musun eski yazdıklarıma; orada göreceklerimden, o zamanki umutlarımdan veya o zamanki hayal kırıklıklarımdan korkarım biliyor musun, ama istersen sen dön de bir bak. Yanılmıyorsan eğer, ben de herkes gibi sıradan bir insanım, havaların ve mevsimlerin durumundan etkilenen, yanılıyorsan eğer korkarım, bu sessizliğin derinliğinden bir şeyler beklerim. Sen yine de yazılara değil bana bak, çünkü...
Bu sonbahar geçmedi, içimize işledi.
Şimdi sen diyorsun ki, geçer. Bunlar alışılagelmiş bunalımlar. Var sayalım ki öyle. Bu şehir bütün mevsimleri bir yağmurla silerdi. Kar olurdu, karlar erirdi pislik olurdu, yağmur alır götürürdü. Bahar olurdu, çiçek açardı, nem yapardı, boğardı da boğardı, hava kapanırdı, yağmur yağardı yaz gelirdi. Yazın zaten hep yağmur yağardı. Sonra da hava kurur da kurur, öyle bir kurur ki dudağın çatlar, yerler silme yaprak. En sonunda bir yağmur yağardı, yerler yeniden taş, yeniden asfalt. Ama nerde bu mevsimi bitirecek yağmur? Yağmurunu arıyor artık yüzüm.
Bu sonbahar geçmedi, içimize işledi.
Günlerdir oturuyorum yazıya, güler yüzlü neşeli bir şeyler yazayım diye. Galiba bizim gibilerin yeteneği doğuştan alınmış. Biz zaten doğru düzgün yazamayız, yazsak da hep kara yazılar yazarız. Şimdi bu yazıya bir renk vermeni istesem ne dersin? Kırmızı, yeşil, sarı falan der misin? Kırmızı aşkmış, yeşil ümitmiş, sarı neşeymiş, geç bunları, olmaz; olsa olsa gri, siyah, en iyi ihtimalle kahrevengi. O da bir sonbahar yazısı olduğundan. Eğer iyi yazdıysam bir yerlerde mutlaka kahverengi bir yaprak canlanmıştır aklında. O yaprak görüntüsüne bakıp sen de hayatında en az bir kere şaşırmışsındır zaten. O yüzden de aklına kahverengi gelecektir. Zaten defterin kapağı da sayfaları da hepsi kahverengi. Yoksa bu renk...
Bu sonbahar geçmedi, içimize işledi.
Şimdi bu defteri kapatıp, kalkıp gidiyorum. Evde duramam daha fazla. Dışarıya çıkmam gerekiyor. Biraz ölü yaprak ezip, adımlarım yerine onların çürüyüşlerinin sesini dinlemeliyim. Düşüncelerimi duymak istemiyorum, belki doğanın çürüyüşünü duyarım. Sonra belki bir ıslık çalarım ve yağmur başlar. O zaman belki kurtulurum senden sonbahar. Bu sonbahar, bu hüzün geçemedi, içimize işledi artık..."

23 Ekim 2011 Pazar

pazar duran zaman

Olması gerektiği gibi işliyordu her şey. Evet bir saat gibi, sadece ileri. Hiç geri bakmadan "tik tak, tik tak" diye ilerliyordu zaman. Durdurmak akıldan geçmiyordu, çekilmek en kolay yoldu. "Bekleyip görelim" demekse ancak bizim gibilerin kendilerine uygun gördüğü bir çözüm olurdu.

Sadece pazardan pazara yaşadığını fark ettiği günlerdeydi. Masanın üstünde mecmualar, kitaplar okunmayı bekleyen, masanın üstünde mektupları uçları bükülmüş, üçları yanmış, yazılar yer yer silinmiş, yer yer karalanmış. Hepsinin üzerinde ince bir toz örtüsü, uzun süredir dokunulmamış, uzun süredir hissedilmemiş duygular birliği. Zaman geçiyor, yetişilmiyor. Zaman geçiyor, yaşananlar unutulmuyor, yaşayanlar unutuluyor.

Pazar sabahının güneşi bile artık evde istenmiyor. Perdeler sonuna kadar kapanıyor. Amaç daha fazla uyumak, daha fazla rüya, daha az gerçek. Çünkü gerçek akıp gidiyor, rüya ise kalıcı. Gerçek inandırıcı, rüya ise ... rüya işte, inanmak istenildiği gibi, bazen yaşanmış, bazen kabul edilmemiş. Pazar günü başlıyor. Aslında geç kalkmak ve biraz tembellik yapmak dışında diğerlerinden farklı olmaması gereken bir gün.

Hava biraz daha güneşli, hava biraz daha sıcak, ama genel olarak soğuk. Normal insan tepkisi: dışarı çıkmak. İbrahim Bey tepkisi: içerde kalmak. Uzun zamandır dokunmadığı çalışma masasını seyretmek. Üzerine kırmızı kalemlerle "Artık şunu oku!" yazdığı notlarına bakıp, kendi kendine bir kez daha ihanet etmek ve artık bundan gizli ve tatlı bir keyif almak.

Çünkü o zamanlar içinde bir yerlerde biliyordu İbrahim Bey. Her şey için yeterli zaman vardı. Bir tek kendi için hiçbir zaman yoktu. Kendi kendine kaldığında ne yapacağını bilmez haldeydi diyemeyiz ama çok da bir fikri olduğunu sanmıyoruz. Şimdi dışarı çıksaydı yine her şey aynı olacaktı. Parlayan sonbahar güneşinde güler yüzlü insanlar. Kafelerden yükselen kahkahalar ve polka sesleri. Geniş meydanlardan dar sokaklara taşan bit pazarı ve anılarını satmak zorunda kalan insanlar. Kahvesine şeker katarken etrafına şüpheli şüpheli bakan Belçikalı kadın, pazar gününün ilk birasını içen kafasının üst kısmı hafif kelleşmiş orta yaşlı Alman erkekle göz göze gelince gözlerini kaçıracak ve bunu sadece İbrahim Bey fark edecek, aklına Çiçek Pasajı'nda yaşadığı o değişik akşam ve sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen sohbet gelecek. Sonra yine o şehir ve aradaki mesafeler, o mesafalerin insanlara yaptığı ve zamanın insanlara yaptıkları derken yine başladığı yere dönecek. Güneş rengini kaybedecek. Rüzgar yerdeki sarı ve ölü yaprakları kıpırdatacak ve gün yavaş yavaş bitecek. Eve dönerken aklına şey gelecek, ne gelecek... İbrahim Bey yazı masasının çekmecesinden uzun süredir yazmadığı defterini çıkardı. Tozlar saçıldı odaya, sayfaları çevirdi tozlar dağıldı, aradı aradı ve pazar günleri ile ilgili bir kitaptan not ettiği alıntıyı hatırladı:

"Ardımda, kentin içinde, geniş ve dümdüz yollarda, lambaların soğuk aydınlığında, yaman bir toplumsal olay can çekişiyordu, pazar gününün bitişiydi."

Çok uzun zaman önce okumasına rağmen hep aklına geliyordu o kitap. Belki de -değişiklik olarak- o yazarın şehrine gidip artık onunla tanışması gerekiyordu. Bu bir başlangıçtı.

4 Ekim 2011 Salı

büyümenin hayali

Çıtırdayarak hareket etmeye başladı tren. Kafasını okuduğu kitabından kaldırıp gözlüğünü düzelterek güneşli çiçekli gara bir kez daha baktı İbrahim Bey. Sonra kondüktörün Fransızca anonsı başladı. "Nasıl olsa anlamayacağım." diyerek kitabına geri döndü. Önünde yaklaşık iki saatlik yol vardı.

Dörtlü koltukta karşısında oturan çifte bakınca aşkı düşündü İbrahim Bey. Uzun süredir düşünmüyordu. Ya da düşünmedi. Şimdi bütün bu olanları, olacakları, yani kısacası gerçekleri dramatize etmek için de böyle yazıyor olabilirim. İbrahim Bey'in dişlilerle, dinamolarla dolu, vidalarla tutturulmuş hayatında böyle mekanik olmayan şeylere yer yoktu. En azından o böyle olduğunu düşünüyordu. Onun kafasında şu an sadece yapacağı iki günlük kısa tatil, çıktığı yol ve içeceği bira vardı. Çok yorulmuştu. Hayal kurmuyordu.

Yaşadığı şehir ona ilk başlarda hayal kurmayı öğretmişti. Uçsuz bucaksız hayaller kurardı soğuk gecelerde, özellikle gaz lambasının gazı bittiğinde karanlıkta. Karanlıkta kurulan bu hayallerin aslında büyük bir kısmı gerçekleşti. Ama onlar gerçekleşirken İbrahim Bey'den alıp götürdüklerinin yerleri dolmuyordu. Hiçbir zaman umutsuzluklarının, kalp sancılarının, hayal kırıklıklarının peşinde kendini kaybeden bir adam olmamıştı. Ancak şimdi karanlık gecelerde hayal kurmak yerine o kayıpları düşünüyordu. Belki de bu da büyümenin bir parçasıydı.

13 Eylül 2011 Salı

bağlanma farkı

Bahçe kapısından geçtikten sonra, bahçenin içindeki taş yoldan ürkek adımlarla ilerledi. Adres doğruydu ama gideceğini düşündüğü ev böyle bir yer değildi. Taşların üzerindeki su birikintilerine basmamaya dikkat ede ede ilerlerken, Fransız işgali döneminden kalma olduğu anlaşılan şatodan bozma ev karşısında git gide yükseliyordu. Kapı, onu ve diğer davetlileri bekliyormuşçasına açıktı ve kapının önünde kimse yoktu. İbrahim Bey paniğinden yine ilk gelen olmuştu, gerçi o hala doğru yere geldiğinden pek emin değildi. Bahçeyi geçmiş, mıcırla dolu girişte ilerliyordu. Öne doğru çıkıntı yapmış bir oval bakon ve onu tutan 6 sütun vardı kapının üzerinde. İbrahim Bey korkak adımlarla ve şaşkın bir ifadeyle yoluna devam etti.

Kapıdan içeri girdiğinde duvarları ahşap kaplamalı geniş tavanlı bir salon karşıladı onu. "U" şeklinde dizilmiş tahta masalar ve etrafında sandalyeler vardı. Bütün sandalyeler aynı boydaydı ancak iki tanesi diğerlerinden büyükçe ve bir tanesinin de sırtı İbrahim Bey'in boyundan uzundu. Taht benzeri bir sandalyeydi. İbrahim Bey buna benzer bir sandalyeyi şehrin belediye binasında görmüştü. Napolyon döneminden kalma bir antikaydı. Oraya doğru ilerledi. Bir yandan da duvardaki eski resimlere bakıyordu. Resimlerde farklı farklı gruplarda gençler aynı kapının önünde -İbrahim Bey'in de az önce içinden geçtiği- farklı zamanlarda resim çektirmişlerdi. Her resimde gülen mutlu suratlar dikkat çekiyordu. Büyük sandalyenin arkasındaki şömineye doğru ilerledi. Üzerinde kırmızı, yeşil ve altın renklerinden oluşan bir arma vardı. Ortasında pi harfine benzer bir şekil bulunuyordu. Yanında da görkemli bir kılıç asılı duruyordu. Kendini kontrol edemeyerek kılıca elini uzattı. O esnada duyduğu sesle irkildi: "İbrahim!"

Şimdi İbrahim Bey'in bu eve nasıl davet edildiğini ve orada ne aradığını birazcık bilmemiz gerekiyor. Bir gün rastgele bir muhabbette orda olmaması gerektiği halde orada olduğu için aynı dönemde okuyan arkadaşları tarafında akşam yemeğine davet edilmişti İbrahim Bey. Gerçek böyle olmasa da o bunu böyle kabullenmişti. Onlarla arasını hiç iyi edememişti. Daveti geri çevirmek ayıp olur diyerek o da yola koyulmuştu yaza veda edercesine sıcak bir cumartesi öğleden sonrası. "Verbindungshaus" denilip duruyordu. Bunun bir özel kavram olduğunu anlamıştı ama kavrama yabancıydı. Türkçe'ye çeviriyordu: "Bağlantı evi". Mantıklı bir açıklama getiremiyordu. O da "E görelim madem" diye yola koyuldu.

İşte bu şekilde geldi "Bağlantı evi"nin kapısına. Arkadaşlarından biri onu görmüş olacak ki çok büyük bir hata yapmadan onu durdurdu. İbrahim Bey az kalsın o evde yaşamışlar, o anda yaşayanlar ve yıllar sonra yaşayacaklar için kutsal sayılan, törenden törene yerinden oynatılan kılıca dokunacaktı ve farkında olmadan ufak çaplı bir felakete yol açacaktı.

Duvardaki resimlerle ilgilendiğini gören arkadaşı açıklama ihtiyacı hissetti:
"O ilk resimde gördüğün buranın ilk hali, bak buradaki resimdeki kel kafalı adam ve yanındaki gözlüklü kişi bu evin kurucularından: Gözlüklu olan Wilfred Musil. Aslen Avusturyalı, diğeri Alman: Martin Dams. 1853'te, yani yaklaşık yüzyıl önce kurmuşlar burayı. O zamandan beri bizim gibi öğrencilere ev sahipliği yapıyor. 13 kişi şu anda aktif olarak burada yaşıyor ve tabi bu sayıdan çok daha fazla dostumuz burayla bağlarını koparmamış durumda. Beraber eğleniyoruz, beraber yemek yiyoruz, beraber ders çalışıyoruz. Yediğimiz içtiğimi ayrı gitmiyor senin anlayacağın. Bira ister misin?"

Çekingence "Olur, alırım" dedi İbrahim Bey. Ancak arkadaşı onun cılız sesini duymadı, kafa hareketinden bira istediğini çıkarttı. Birayı uzatırken, "Herhangi bir dini bağlantımız yok, hatta nasyonel bağlatılarımız da yok, koşullarımıza uyan herkese kapımız açık." dedi.

Nasyonel kelimesi de ağzınıza ne kadar çok yakışıyor, diye geçirdi içinden İbrahim Bey. Dışındansa "Nedir koşullarınız?" diye sordu.

"İlk olarak erkek olmalı, üniversitede okuması gerekiyor. Aachen'ı sevmesi gerekiyor ve bu evle bağlarını koparmaması gerektiği için Aachen'dan da çok uzakta yaşamaması gerekiyor. Bunun yanı sıra eskrim bizim simgesel sporumuz, yapmak zorunda tabii ki. -hafifçe sırıtarak- senin bileğin kuvvetli mi İbrahim?" dedi sarışın arkadaşı.

İbrahim Bey arkadaşının anlattıklarından çok bardağın üstündeki özel hazırlanmış desenle ilgilenmişti. Adını duyunca irkildi ve daha önceden hazırladığı soruyu ilgileniyormuşçasına sordu: "Aranızdaki hiyerarşik durum veya bağlar nedir, ya da var mı böyle bir şey?"

"Olmaz mı, tabii ki var." dedi sarışın arkadaşı. "Mesela.. aa hoşgeldin Jürgen! Benim misafirleri karşılamam gerekiyor İbrahim, sonra anlatırım" diyerek uzaklaştı.

İbrahim Bey duvardaki resimleri incelemeye devam etti. Sonra bira fıçısının üstündeki herkesin aynı kıyafeti giydiği resimlere baktı. Suratlarda hep gülümseme vardı ama bu ifadeler çok yapmacık gelmişti. Burada yaşamış herkesin o mavi takım elbiseyi giyip, kafalarına o komik şapkaları takması gerekiyor demek ki, diye düşündü İbrahim Bey resimlere bakarken.

Gün ilerledi. Yemekler yendi, biralar içildi. Konular konuları açtı. Belli bir süreye kadar eğlendi de İbrahim Bey. Ama sonra o ayrıma gelindi. Birayla yumuşayan Alman arkadaşları hangi biranın tadının nasıl çıkarılacağından bahsederken, İbrahim Bey rakının yanına hangi mezeleri, hangi sırayla yenmesi gerektiğini düşünüyordu. Onlar kışın kuru hava, yazın fırtınalı hava derken, İbrahim Bey lodostan ve poyrazdan bahsetmek istiyordu. Onlar at sürerek geçirdiği haftasonularını anlatırken, İbrahim Bey kafasının içinde Üsküdar'dan kayığa binip zorlana zorlana Boğaz'ı geçiyordu. Zaten bu etrafındaki hiyerarşik yapıyı da hiç sevememişti. İlk başta buraya bağlı kişilerin arasında sıkı bir arkadaşlık bağı varmış gibi gözükse de, aslında hepsi sıcak arkadaşlık ilişkileri kuramayan bir topluma bunu öğretme biçimiydi. Ayrıca bir şehre bağlı kalacaksa onun hangi şehir olacağını da gayet iyi biliyordu İbrahim Bey.

Bütün bunları düşünürken bir anda içi ürperdi ve istemdışı gökyüzüne baktı. Mevsimin ilk leylekleri sıcak ülkelere gitmek için bu toprakları terkediyordu.

4 Eylül 2011 Pazar

boşluktan çıkamayan hikaye.

"Günlerdir içimde sebebsizce büyüyen boşluğu kağıt aklığına dökebilmek için oturuyorum masa başına. Ama bir cümle yazsam, gerisi gelmiyor veya sonu gelmez bol virgüllü az noktalı cümleler kuruyorum. Zaten bu bahsettiğim de uzun sürmüyor. Gözüm masanın üzerindeki teknik mecmuasına, duvarda asılı çizimlere, yarım kalan kitabın aklımda kalan cümlesine, "kimseye şikayet etmeyeceğini" söyleyen şarkının dizelerine takılıyor. Bir zamanlar sayfalarca yazı yazan o İbrahim gitmiş yerine yorgun bakışlı duygusuz bir mühendis gelmiş sanki. Mühendis de olamadık ya henüz o da ayrı mesele. Bak işte gene oldu, yine konu istemediğim yerlere geldi. Eğer bir şeyler yazabilecek gücüm olsaydı bir hikaye yazardım ve o da böyle başlardı:

"Güneşin deniz üzerinden battığı bir sahil kentinde sabah serinliğini kendini yavaşça sabah sıcaklığına bıraktığı saatlerde küçük bir oğlan çocuğu yatağında doğrularak uyanmış. Kafasını kaldırmış yanındaki yatakta yatan annesini görmüş. Uyuyormuş hala. Fazla ses yapmadan parmak uçlarına basarak evin bahçesine çıkmış. Güneş yüzüne vurunca önce biraz irkilmiş, ancak sabah açan hanımeli kokuları burnuna gelince tekrardan mutlu olmuş. Sonra ilk iş olarak bisikletine yönelmiş."

İşte böyle başlardı hikayem. Ancak fazla mutlu ve bir yere gitmiyor bu hikaye. Belki çocuk bisikletiyle bir yere giderdi ama bizim hikaye olduğu yerde kalırdı. Yazıya oturduğum zamanlarda aklıma bir şey gelmiyor, içimden de bir şey gelmiyor. Sanıyorum bizim hikayelerimiz biraz hüzün içermeli. Daha doğrusunu söylemek gerekirse bizim hikayelerimiz hüzünle başlıyor hüzünle bitiyor. Arada bir yerlerde yüzümüz gülüyor, heyecanlar yaşıyoruz, ama bölüp paylaştırdığımız hep hüznümüz.

Bu hüzünlü hikayelerden birisi de yazılmadan bitti ve buruş buruş tarihin çöplüğündeki yerini aldı. Bu boşluğu dolduramazsam, ancak boş çöp kutusunu doldururum."

24 Temmuz 2011 Pazar

'huzurlu, huzursuz'

Sevgili İbrahim,

O elem olay yüzünden İstanbul'a gelmenin ve görüşmemizin üzerinden fazla bir vakit geçmemiş olmasına rağmen sana yazıyorum. Kanlıca'dan Emirgan'a geçen vapuru kaçırınca son sefer görüştüğümüz çay bahçesine oturup sana yazmaya karar verdim. Takvimsel olarak pek bir ilerleme olmadı. Bahar bitti yaz geldi, ancak hayatımda çok fazla yenilik oldu, seninle paylaşmazsam olmaz.

Öncelikle aylardır içimi kemiren, uzadıkça uzayan ve bütün hayatıma sahip olan doktora tezimi verdim. Artık istediğim kitapları okumakta özgürüm. Doktora tezimi verdikten sonra birkaç hafta hiçbir şey yapmadım, aylak aylak dolandım. Havalar güzelleşip, bahar kendini mis gibi kokan güller ile birlikte yaza bırakınca ben de her sene yaptığım gibi Büyük Ada'ya gitmeye başladım. İhsan ve Macide yoğunlardı, ben de tek başıma gidip geliyordum. İşte zaten bütün hikaye de o yolculuklarda başladı. Adile Hanım'ı görüp selam verdiğimde yanlarında oturan o güzel hanımı hemen fark etmiştim. Tanıştırıldım, adı Nuran'dı. Bu ismi iyi oku İbrahim, bundan sonra çok duyacaksın benden. O gün birçok konudan konuştuk yol boyunca. Adile Hanım'a da biraz ayıp oldu sanırım. En çok da musiki üzerine konuştuk. Hani senin bir türlü öğrenemediğin konular. Hatırlarsan sana "Mahur Beste"yi anlatmıştım. Nuran mahur bestenin güftecisinin torunuymuş, ona da sana anlattığım gibi ahkam keserek anlatıyordum lafı ağzıma tıktı. Neyse o günden sonra Ada'da da birkaç defa karşılaştık. Birbirimizi arkadaşlığından çok keyif almaya başladık. Bir de çocuğu var, adı Fatma. Babasına duyduğu derin sevgiden dolayı bana kötü davranıyor. Ama umuyorum ki zamanla birbirimize alışacağız.

Seni kıskandırmak istemem ama Nuran'la bu aralar İstanbul'u geziyoruz. Bir gün Çemberlitaş'tayız, bir gün Süleymaniye'de. Ama en çok Boğaz'dayız. Benim ufak teknemle bir çıkıyoruz, sonra uzun bir vakit bütün Dünya'dan soyutlanmışçasına şarkılar söylüyoruz, yıldızlara bakıyoruz. İstanbul'da yazı hiç bu kadar sevmemiştim azizim. Bu duyguyu da daha önce yaşadığımı hatırlamıyorum. O yanımdayken kendimi çok güçlü hissediyorum. Bütün zorlukları aşabilirmişim gibi geilyor. İbrahim, ben o eski çekingen ve mahsun adam değilim artık. Nuran gibi bir kadının varlığı her şeyi ne kadar hızlı değiştirdi, inanamazsın. Görsen belki de tanımazsın. Ah eski dostum, bizim gibi insanların hayatına böyle kadınlar girmeli işte. Her şeyi kökünden değiştirebilecek güçte olanları.

Ama işte bizi bilirsin İbrahim. Her zaman biraz huzursuzuzdur. Her şey çok güzel gidiyor, çok iyi anlaşıyoruz. Ancak bütün bunlar bir gün sona erebilirmiş korkusu kaplıyor içimi. Sanki yaz bitince bizim ilişkimiz de, sevgimiz de bitecekmiş gibi geliyor. İşlerin yolunda gitmesi gözümü korkutuyor. Bana bir şeyler söyle İbrahim, kız, bağır, çağır da içimdeki o karanlığı dağıt.

Bu konular hakkında sayfalar dolusu yazabilirim. Ancak senin gurbet hayatında çektiğin sıkıntıları tahmin ettiğimden o çok sevdiğin şehir ve bizler hakkında mutlu öyküler anlatıp, hasretini daha da arttırmak istemem. Ama senin bana sayfalar dolusu yazmana izin var. Kara mektuplarını özlemediğimi söylesem gerçeği çarpıtmış olurum. Nasılsın? Havalar nasıl? Yanlış hatırlamıyorsam, geçen yaz havaların yazın soğuk olduğundan bahsetmiştin. Biraz serinlik bu sıcak şehre iyi gelir aslında. Ama sen herhalde şu an İstanbul sıcağına bile hasret kalmışsındır. Okulun nasıl gidiyor mühendis bey? Ne zaman alıyorsun diplomayı, geri geliyorsun? Arkadaş ortamlarında yine adın çok geçer oldu. Geçen gün İhsan'a da sana mektup yazacağımı söyledi. "Selam söyle en huysuz öğrencime!" dedi. Üzerimde kalmasın, selamını ileteyim. Asıl sormak istediğim soru ise ne zaman geleceğin? Yakın zamanda seni görebilecek miyiz İbrahim? Nuran'la seni tanıştırmak için heyecanlanıyorum.

Mektupların sonuna şiir koymak adetimizdi. Bu seferlik işin biraz dışına çıkayım yukarda bahsettiğimiz Mahur Beste'den bir beyit koyayım. Neşati'ye saygıyla:

Gittin emma ki kodun hasret ile canı bile
İstemem sensiz geçen sohbet-i yâranı bile


Şehirler şehri İstanbul'dan, güzel bir yaz akşamından hürmetle ve hasretle.

Mümtaz

19 Temmuz 2011 Salı

beyaz sayfa.

"Uzun bir zaman sonra önümde beyaz bir sayfa. Bomboş, tek bir çizgi bile yok. Ne sayılarla dolu bir tablo, ne de ufacık bir detay çizimi. Sadece saman kağıdının soluk beyazlığı. Özlemişim böyle bir kağıda bakmayı. Telaşla oradan oraya koştururken, bir vaktim olsa da yine eskiden olduğu gibi sayfalarca yazı yazsam diyordum. Evet, işte sana vakit, yaz yazabildiğin kadar:

Gün doğuyor, uyanıyorum zorla, sonra her sabahki gibi kahvaltımı ediyorum, kahvemi içiyorum (neyse ki kaçak kahve sorunu bitti). Sonra istemeye istemeye kumaş pantolonumu çekiyorum dolaptan, bir de gömlek buluyorum eskilerin arasından, ütüsüz. Evden çıkmadan aynaya bakardım eskiden, onu da yapmıyorum bugünlerde. Nasılsam öyle çıkıyorum. Sonra dersliklerin tozu, laboratuvarın benzin ve mazot kokusu, büroların kahve kokusu, kütüphanenin eskimiş kitap kokusu ve yemekhanelerin tütün ve yağ kokusu birbirine karışıyor, hepsi birden üzerime siniyor. Eve geldiğimde bütün günün izlerini taşıyan bir harita gibi çöküyorum koltuğa. Kitabımı alıyorum elime. İki-üç sayfa anca okuyabiliyorum. İlk gençlik yıllarımda Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen bu romanın gidişatını o zamandan bilsem bile, bu bilgi beni okumaya teşvik edemiyor.

Gün bitiyor, o günden geriye sadece kokular, kirlenmiş elbiseler, her köşesi karalanmış kağıtlar, silgi tozları, kalem uçları ve bir de camları iz içinde bir gözlük kalıyor. Elim deftere uzanıyor, vazgeçiyorum, "Bugün de bir şey çıkmaz, İbrahim" diyorum, "ne yaşadın ki?". Kendi kendime hak verip gaz lambasını söndürüyorum. Yatağa girmeden önce perdeyi açıyorum ki erken doğan günle birlikte uyanabileyim.

Bu günlerden farklı olarak bugün önüme bir beyaz sayfa koyuyorum, üzerine nokta konulmamış. Ama ona da yine aynı şeyleri yazıyorum, kim bilir belki de kendi hafızamı kendim için tutuyorum."

10 Temmuz 2011 Pazar

yorgun, mutlu.

"Yorgun hayatlar yaşıyorum. Başkalarından kalmış yorgun hayatlar. Benim üzerimde hiçbir değeri yokmuş gibi duran, kenarından yırtılmış, dizinden yamalanmış eski hayatlar. Sanki yaralarım ben doğmadan önce de varmış ve benden sonra da hep olacakmış gibi geliyor. Dinleniyorum, “hah bu kadar uyku yetti” diyorum, ama bir süre geçiyor aynı ağrı geri tepiyor. Bir kısır döngünün içine sıkışmış gibiyim, kilidimi kırıp dışarı çıkamıyorum. Tam diyorum ki “bu kişi kilidi kırar, beni özgürleştirir”, kilide biraz bakıyor, inceliyormuş gibi yapıyor ve sıkılıp gidiyor. Bu ne kadar daha böyle gidecek bilmiyorum. Mevsimler değişiyor, şehirler değişiyor, yüzler değişiyor, içilen içkiler bile değişiyor ama o yük kalkmıyor ve o sınırsız boşluk dolmuyor. Ne kadar çabalasam da dışarda akan hayata uyum sağlayamıyorum.

Mutlu hayatlar yaşıyorlar. Kendi hayatlarını başkalarınınkiymiş gibi yaşıyorlar. Yaşadıklarını ve yaşayacaklarını üzerlerinde gururla ve sıcak pastel renklerle taşıyorlar. Birbirlerine sokularak, birbirlerinin titreşimlerinden yararlanarak yaşıyorlar. Gülerek, en ufak ayrıntıda mutlu olarak, sanki sonsuz bir huzur içindeymişçesine gözüküyorlar. Hayatlarına girecek kişileri büyük bir özenle değil de kıyafet seçermişçesine bir rahatlıkla ve kısa süreliğine seçiyorlar. Birbirlerinin kıyafetlerine ve kıyafet gibi hayatlarında olduğunu söylediği kişilere takıyorlar. Birbirlerini severek, kıskanarak, zaman zaman nefret ederek, birbirlerine bağırarak, küfrederek, birbirleriyle kavga ederek veya çok iyi geçinerek sonsuz bir uyumun sürekli devinim içindeki parçaları gibi dönüp duruyorlar. Çabaları, umutları, yoksunlukları ve bollukları hep aynı düzlemde ve ortak bilinçaltında.

Farklı hayatlar yaşıyoruz. Sonunda aynı sorunun birbirine benzeyen ama aralarındaki farkı bulmak için ustaca elenmesi gereken iki cevap şıkkıyız. Diğer şıkları eledikten sonra biz kalıyoruz. Soru sürekli soruluyor ve birisi bu soruya hep cevap veriyor. Doğru cevap belki yok ama bir cevabın diğerine baskın geldiği, hatta diğerini devamlı olarak tükettiği kabullenilmiş bir gerçek."

anlatıcının notu: Yukarıdaki yazının İbrahim Bey'e ait olup olmadığından emin değilim, yazısı pek benzemiyor. Ancak hatıratında bazen farklı bir yazıyı kullandığını da gözlemlemek mümkün. O yüzden anonimmiş gibi okuyabilirsiniz, çünkü İbrahim Bey'in hikayesinde o kadar önemli bir yeri olmayacak bir not.

29 Haziran 2011 Çarşamba

tanıdık yaz kokuları

Yeni tamir ettiği bisikletinin üzerinde çocuklar gibi şen, çocukluk anılarını hatırlayarak yolunu parktan geçiriyordu İbrahim Bey. Yaz sonunda gelmişti bu şehre de. Daha doğrusu yaz zaten çoktan gelmişti ama onun bildiği gibi güneşli yazlar ancak senede birkaç hafta yüzünü gösterirdi. Çok sıcaktı. "Ne soğuğu bildiğim soğuk, ne sıcağı bildiğim sıcak!" diye geçirdi içinden. Ama mutluydu. Kafası cevapsız sorularla dolu olmasına rağmen mutluydu, birkaç haftalığına ziyaret ettiği şehrinden yeni dönmüş ve ruhunun bütün parçalarını orada bırakmasına rağmen mutluydu. Sebepsiz bir huzur gelmiş, kaplamıştı içini. Hava böyle güzel olduğunda hep aynı umudu yaşardı: Gelecek günlerin geçmişteki günlerine hiç benzemeyeceğine inanırdı. Kimi değişimin başlangıcı diyebilirdi bu duruma, kimi fırtına öncesi sessizlik. Belki de İbrahim Bey için de umut vardı, yıllardır boşluğa sorduğu sorulara cevap verebilecek birileri vardı. Bunu bilemiyordu.

Parktan çıkmak üzereyken burnuna tanıdık bir koku geldi. Küçükken öğle saatlerinde validesiyle birlikte deniz kıyısına giderken duyardı bu kokuyu. Küçük bir kovası vardı tenekeden, kumlarla oynamayı sevmese de götürür biraz da oynardı adet yerini bulsun diye. Kafasında validesinin zorla taktırdığı hasır şapkası, altında küçük mayosu ve üstünde atletiyle hazır bir şekilde deniz kıyısına giderdi küçük İbrahim. İşte o yolun bir noktasında bilmediği bir bahçedeki bilmediği bir bitkiden kokular gelirdi burnuna, çocukluğunun küçük şeylere mutlu olduğu zamanlarından kalma bir koku. İşte o aynı bilinmeyen bitki İbrahim Bey'in peşinden kilometrelerce yol gelmiş ve bu parkta açmış, sırf İbrahim Bey'i yaz sabahları güldürebilmek için, en azından İbrahim Bey bunun böyle olduğunu düşünmek istiyordu. İçindeki huzur çocukluk mutluluğu ile daha da arttı. Parktan çıkarken bisikletin ziliyle parkın kapısındaki kuğuları ve yavrularını selamladı, okulunun yolunu tuttu.

Bu mutluluk hikayenin sonuna yazılmış bir mutlu son değil, aksine iç içe örülmüş güler yüzlü ama sıkıntılı birçok hikayenin başlangıcıydı.

25 Nisan 2011 Pazartesi

uzaktaki şehrimin.

"Uzaktaki şehrimin damları üzerinden
ve Marmara denizinin dibinden geçip
sonbahar topraklarını aşarak
olgun ve ıslak
geldi sesin.
Bu, üç dakikalık bir zamandı.
Sonra, telefon simsiyah kapandı...

nazım hikmet"

anlatıcının notu: İbrahim Bey Usta'nın bu şiirini hatıratının bir sayfasına kocaman harflerle yazmış ve altına şu notu düşmüştü:

Istanbul şaşırtmacadır.

8 Nisan 2011 Cuma

sessizliğin ardından

Söylenecek bütün sözler tükendiğinde suskunluk hakim olurdu geceye. Yine şehrin yağmurlu havalara veda ettiği bir gece vakti, yıldızlı gökyüzüne dalmıştı İbrahim Bey. Uzun süren sessizliğin iyi şeylere işaret olmadığını öğrenmişti daha çok küçük yaşlarda. Top oynamaya çıktığında hava kararmasına rağmen annesi onu eve çağırmıyorsa bir sorun var demekti. Şimdi de uzun süren sessizliğin ardından gelen mektup ona iyi şeyler getiremezdi, getirmedi de. Sadece buruk, sönük bir dört hece vardı mektupta. Geri kalan bütün kelimeleri karartan dört hece, dokuz harf. İşte en çok o zaman canı yanmıştı şehrinden uzakta kaldığından dolayı, işte en çok o zaman istemişti şehrine dönmeyi hem de her şeyi bırakıp. O mektup uykusuz bir geceye ve birkaç ıslanmış peçeteye karşılık gelmişti İbrahim Bey'in adaletinde. Ertesi sabah elinde ufak bir çanta garın tozlu peronunda tren bekliyordu, sessizliğin ardına takılıp gidiyordu kimseye haber vermeden usulca.

20 Şubat 2011 Pazar

kırmızı basınç

Kafasındaki ses hala durmamıştı. İki saat boyunca rakamlara boğuştuktan sonra saçı başı dağınık, yanakları hafif kızarmış bir şekilde sınav salonundan çıktı. Yanındaki arkadaşları sürekli ona ne yaptığını soruyordu. Düşünmeden aklına gelen ilk cevapları söylüyordu ve onların cevaplarıyla hiç ilgilenmiyordu. Aklı ne birazdan yiyeceği yemekte ne de eve dönünce yıkaması gereken çamaşırlarındaydı, sadece bir soru takılmıştı, onunla uğraşıyordu. E şimdi akım sola doğru hızlanıyorsa bası... Durdu. Bir anda bütün sesler durdu, bütün renkler durdu. Kapının açılma hareketi durdu, gökyüzü durdu hatta havadaki soğuk bile durdu. Sadece tek bir renk hakimdi. Kırmızı! İbrahim Bey yutkundu. İlk defa bu kadar keskince gözlerinin içine bakıyordu. Bu kadar heyecanlı olmasaydı onun da aynı ifadeyle gözlerinin içine baktığını fark edecekti. Ama İbrahim Bey kırmızıdan başka hiçbir şey seçemiyordu. Kalp çarpıntılarının hızlandığı hissetti. Nefes alabilseydi göğsünde bir sıkışma olduğunu bile anlayabilirdi. O durmuştu, zaman gibi mekan gibi. Mekanda bir çift mavi göz ve kırmızı bir palto vardı, zaman ise bir saniyeden çok da fazla değildi. İkisi de hızla başlarını başka yöne çevirdiler. İbrahim Bey yanındakilere dönüp:
"Akım hızlanıyorsa durağan basınç azalır. Bernoulli işte!" dedi.
Akımın hızlanıp hızlanmadığını bilmiyorum ama basınç kesinlikle artmıştı.

6 Şubat 2011 Pazar

bir makinenin doğumu.


"Binsekizyüzdoksanaltı yılının soğuk bir Aralık sabahıydı. Elinde deri çantasıyla gözlüklü bir adam evinin kapısını yavaşça kapattı ve parmak uçlarına basarak sessizce merdivenleri indi. Saat daha çok erkendi ve komşularını uyandırmak istemiyordu. Apartman kapısını da usulca kapattıktan sonra dün geceden beri yağan karın etkisiyle derin bir sessizliğe bürünmüş Augsburg sokaklarına adımını attı.

Gideceği fabrika yaklaşık yirmi dakikalık mesafedeydi. Haftalardır eve uğradığı yoktu, fabrikada yaşıyordu, uzun zamandır üzerinde çalıştığı tasarruflu enerji dönüşümü makinesinin her parçasını kendi elleriyle çizmişti ve hepsinin yapımını teker teker takip etmişti. En sonunda iki gün önce bütün parçalar bittiğinde arkadaşlarına ve kendisine iki gün süre vermişti. Böylelikle karısı ve çocuklarını görme fırsatını bulacaktı, ne de olsa uzun zamandır onları ihmal ediyordu.

Kağıt üstünde beş yıllık bir çalışmaydı bu ama o gençliğinden beri kafasında planlıyordu. Annesine ve babasına dokumacılık okulunu bırakıp mühendis olmaya karar verdiğini söylediği günü hatırladı. Babası başta biraz bozulmuştu, küçük oğlunun kendi işlerini devralacağının hayalini kurmuştu o hep. Ama oğlunun matematiğe olan yeteneğinin de farkındaydı, bu yüzden bu kararını açıkladığında onu çok fazla sorgulamadan Augsburg’a amcasının yanına yolladılar. Orada liseyi okuyacaktı ve oradan mühendislik okuluna geçecekti. Liseyi iyi bir dereceyle bitirince Münih’in yolunu tuttu. Bölgenin en iyi teknik okuluydu, o da, kendine yakışır bir şekilde o zamana kadar görülmüş en iyi dereceyle bitirdi okulu. Üniversitedeyken bir dönem hastalığından dolayı sınavlara girememişti. Böyle ufak tefek şeyleri önemsemezdi. Bu boşluğu enerji dönüşümlerine ve kendi planlarına ayırmıştı. Hatta hocasının fabrikasında çalışma fırsatı bile bulmuştu. O zamanlar da bir kız vardı… Durdu. Fabrikanın kapısına gelmişti. Geçmişi düşünmekten vazgeçti.

Kapıdaki nöbetçiye başıyla selam verdi. Uykulu adam şaşırmıştı patronunun işe bu kadar erken gelmesine. Üst kattaki odasına geçti. Şapkasını ve paltosunu askıya astı, masasına oturdu. Masasının üstündeki kağıtları karıştırdı. Aradığını buldu. Beş yıl öncesinden bir kağıt, krallık patent ofisinden damgalı. Kuyrukta uzun uzun beklemişti ve beklerken de Bay Otto’yu düşünmüştü. Acaba o da aynı noktada aynı heyecanı yaşamış mıydı? Onun bütün çalışmalarını okumuştu. Ürettiği makinenin geliştirilmesini de yakından takip etmişti ama yine üretilenden tatmin edici bir verim alındığını düşünmüyordu. Kendi bulgusu onu biraz da olsa tatmin edebilmişti.

Neyse şimdi işi geçmişi kurcalamak değildi. O gün edindiği patent kağıdını da yanına alıp atelyeye indi. Herkes onu bekliyordu. Üç ayak üzerine oturtulmuş eksantrikli bir makineydi bu. Motor giriş çıkışları en ince ayrıntısına kadar hesaplanmıştı. Yüksek devirler için tasarlanmıştı, ancak şimdilik tek devir yeterli olacaktı. İşaretini verdi ve mühendislerden biri ilk hareketi verecek kolu güçlükle çevirdi. Makine derin bir uykudan uyanır gibi hareket etti, bir başka deyişle canlandı. İçindeki yaylardan oluşan sistem kağıdın üzerine ilk çizimleri aktarmaya başladı. İlk devir tamamlandığında gözlüklü adam kağıdı eline alındı, çıkan sonucu beğenmedi. Üzerinde “Maschinen Fabrik Augsburg” yazan kağıtlardan bir tane daha aldı ve yeniden yerleştirdi. Bir tecrübe daha yapılması gerekiyordu. Aynı hareket tekrarlandı. Makine bu sefer daha canlı bir şekilde tamamladı hareketini. Bir tur daha attırdılar ve kağıdın üstüne sürekli aynı şekli çıkarmaya başladı. Basınç-hacim diyagramı çizilmiş oldu böylece. Yeni kağıda baktı gözlüğünü düzelterek. Gülümsedi. Üzerine tecrübenin saatini not etti: 9:28. Altına imzasını attı: Rudolf Diesel"

5 Şubat 2011 Cumartesi

yağmurun çağrısı

Hava ısınmıştı. Hatta daha detaylı söylemek gerekirse mevsim normallerinin üstüne çıkmıştı. Ama rüzgar ve yağmur durmuyordu. Sürekli camlara vura vura kendini hatırlatıyordu. İbrahim Bey gelen mektubu gaz lambasının danseden alevinde bir kez daha baştan sona okudu. Kim bilir kaçıncı defa okuyordu. Cümleleri ezberlemişti. Arka arkaya gelen farklı anlamda kelimeler, ayrı ayrı incelesek birbirleriyle hiç alakası olmayan soğuk sözler. Ama işte toplu halde bir anlam oluşturuyorlardı. "Anlam" diye düşündü İbrahim Bey. "Hala anlam arıyoruz biz, amaçsızca." Kendini toparlayıp son bir kez daha okudu mektubun tamamını. Bir şeyler yazması gerekiyordu cevap olarak, ama o kendinde o gücü bulamadı. Dolmakalemini bıraktı masanın üstüne ucu açık bir şekilde. Gaz lambasını söndürdü. Yeni başlayan yağmur onu dışarı çağırıyordu. Bu çağrıya uydu ve koyuldu yola. Belki yağmurda arınırdı içi ve yaşanmışlıkları yeniden anlam kazanırdı, bu sefer farklı anlamlar, tıpkı aradığı gibi. Biz odada kaldık İbrahim Bey'in bütün önemli eşyaları olarak. Hepimizi bıraktı ve gitti. Bizsiz ne yaptığını bilmiyoruz ama geri döndüğünde masanın başına oturdu ve uzun bir mektup yazdı duraksamadan ve hata yapmadan.

21 Ocak 2011 Cuma

'sarı elbise'

Sevgili arkadaşım,

Ne kadar zaman oldu sana yazamadım. Vaktim yoktu demeyeceğim, evde boş boş tavana baktığım zamanlar gelir aklıma, ayıp ederim sana ve en önemlisi kendime. Doğrusu, yazacak bir şey bulamadım. Şimdi de pek bir şey bulmadım ama yazmadıkça mesafeler daha da uzayacak, bu böyle olmaz o yüzden başlıyorum dökülmeye.

Kış geldi yine bu şehre. Ciğerlerimize işliyor soğuk. Beni bilirsin, evden çıkarken atkı takmayı unutuyorum, bere zaten takmıyorum. Bir tane eski bir şapka bulmuştum bit pazarında onu takıyorum zaman zaman. Yakıştığını söylüyorlar, inanıyorum, inanmak hoşuma gidiyor. İşte bu korunmayı bilmememden dolayı hasta oluyorum sürekli. Boğazlarım şişiyor. Kış ayı benim için hastalık ayı, her şey aynı yani. Yazı bekliyorum, bu şehir yazın daha bir umut dolu sanki.

"Yaz" demiştin bana bir keresinde. "Yaza daha çok varken yaz, şehrine dönmene de çok varken yaz, daha nefes alabiliyorken yaz". Hiç aklımdan çıkmadı bu sözlerin. O yüzden yazmaya çalışıyorum işten güçten fırsat buldukça. Malum bizimkisi yazı yazmaya çok uzak bir iş. Kafamı yeniden kurmam gerekiyor yazıya oturmak için, o da zaman alıyor. Ama yazıyorum, sayfalarca yazıyorum. Kim bilir belki bir gün biri bu yazdıklarımı bulur çıkarır ve ünlü olur.

Gördüğün gibi şaka da yapıyorum. Peki sen hala şaka yapabiliyor musun en ciddi anlarda? Yoksa bitirdin mi o şarkıyı? Bak aklıma ne geldi, hani seninle bir gün Kapalıçarşı'yı gezerken (ne de çok tutturmuştun "gidelim" diye) beni kolumdan çekerek manifaturacıya sokmuştun da sarı sarı kumaşlar almıştık, elbise yaparsın diye. Yaptın mı o sarı elbiseyi kendine? Başında durup, sürekli seni övecek birini mi bekliyorsun yoksa hala?

Bana yazmayı bırakma. Mesafeler aşılır, soğuklar sıcacık olur iki sayfa yazıyla.
Validene saygılar.

Aachen'dan hürmetle.
İbrahim


anlatıcının notu: İbrahim Bey'e gelen ve onun hiç göndermediği mektuplarını sakladığı kutunun kilidini kırmayı başardım sonunda. Bundan sonra onları da sizinle paylaşacağım.

13 Ocak 2011 Perşembe

bir şehrin hikayesi


Cama ince ince vuran yağmur tanelerinden ve kafasının içine yapışmış gibi bir türlü çıkarıp atamadığı telaşlarından ve kuşkularından uyuyamadığı için kalkıp geçti camın yanına. Gecenin sessiz bir saatinde uyuyan -ya da uyumaya çalışan- şehre baktı. Yağmur yine günlerdir yağıyordu ve bulutların altında şehir daha bir tutsak ve belki de daha bir masum görünüyordu biz şehrin ölümlü sahiplerine, ölümsüz misafirlerine.

Bir şehir düşünmeye başladı. Her zaman düşündüğü İstanbul şehri değildi bu sefer aklındaki. Prag şehriydi. Köprüleriyle ve kuleleriyle, şehrin her tarafını sarmış barok bir soğuklukla Prag şehrini düşündü.

Bundan çok uzun zaman önce yorulmuş gözleri, kalın, beyaz gocuğu, yırtılmış çarığı ve uzun sakalıyla bir adam girdi bu şehirden içeri. O zaman şehir de yoktu ya o bölgede olsun o geldi oraya ve orada kuralacak şehri gördü. Döndü arkasındakilere "vatanımız burası!" dedi.

Prag'da güneşin açtığı seyrek sabahlardan birinde uykulu gözleriyle bir anne yanında çocuklarıyla girdi bu kente. İlk bakışta tanıdı Klementinum'un kulesini. Kendisi gibi Dünya'nın yükünü yüklenmiş Atlas'ın figürü vardı üzerinde. Uyayan çocuklarından birinin kulağına eğilip "yeni evimiz işte burası!" dedi.

İnsanların din adına birbirlerini öldürdükleri bir çağda (böyle olmayan bir çağ var mı bilmiyorum ama) kolunun altında birtakım kağıtlarla arkasına baka baka genç bir adam girdi bu şehre. Vltava nehrinin kenarına geldiğinde yukarıda gördüğü kaleye ulaşmasının yeterli olacağını düşünüyordu. Şimdi ayakta olmayan bir köprünün üzerinde sine sine yürürken sırtından saplanan bir ok tarafından yere düştü. Kağıtlar Vltava'ya saçıldı, adam kağıtları Kale'ye ulaştıramadı. Bize malum olmadı adamın sırrı.

Yahudi bir tüccar girdi bu kente sonbahar akşamlarından birinde. Şehrin en eski sinagoguna kadar yürüdü. Yollarını beğendi bu şehrin. Geniş binaların arasında Arnavut kaldırımından dar sokaklar ve görkemli caddeler. Buraya yerleşmeyi geçirdi aklından. Hatta bir süre kalmayı denedi. Ama alışık değildi kış soğuklarına. Bir sonraki bahar gelmeden şehri terketti.

Kırmızı burunlu bir Alman girdi bu kente bir sabah. Önce işlerini halletti. Sonra ufak bir şehir turu atıp, gördüğü ilk birahaneye oturdu. Tadını çıkara çıkara Çek birasını içti. Beğendi, bir tane daha içti, bir tane daha, bir tane daha. Sonunda bu sakin şehrin sokaklarında sendeleye sendeleye kaldığı yere döndü. Sabah uyandığında midesi ağrıyordu. Onun ağzında hep o biranın tadı olarak kaldı Prag şehri.

Çok uzak olmayan bir süre önce yazar Kafka girdi bu şehre. O zamana kadar ne doğduğu şehirden bu kadar uzak kalmıştı, ne de yazar olmuştu henüz. Geceleri kendini rahatlatmak için bir şeyler yazan gündüzleri işini yapan bir avukattı sadece. Sessiz ve karanlık sokakte evine doğru giderken kafasında ne olduğunu bilemeyiz ama yazdıklarından anladığımız kadarıyla o da bu şehir gibi kendini bir eşiğin üzerinde aşağıya bakarken hayal ediyordu. Belki de o esnada bunları düşünüyordu ev hasretinin yanı sıra.

Güneşli ve soğuk bir kış sabahı renkli gözlü bir ressam girdi bu kentin kapısından içeri. Şehrin sokaklarında kaybolduktan sonra dinlenmek için bir kafeye oturdu. Birasını söyledi. İlk yudumunu aldı ve bir eskiz çizdi, Prag şehrinden aklında kalanlarla. Daha sonra çok ünlü olan bu tablonun ilk çizimleri o şehirde o kafenin tozlu masasında atıldı. İlerleyen zamanlarda Prag'a geri dönmek istese de o ressam, ne yazık ki bunu başaramadı.

Bu sefer güneşli olmayan çok soğuk bir kış sabahında İbrahim Bey girdi bu şehrin kapısından, durup durup kalkan güçsüz bir otobüsün tekerinin üstünde. Yanında kimliği ve birkaç eşyası dışında hiç bir şeyi yoktu. İlk adımlarını attı kırmızı bayraklı sokaklarda. İnsanların yüzlerine baktı, binaların dışına, köprülerin altına, nehrin kıyısına, birahanelerdeki biraların tadına, kaldırımların soğuğuna ve kulelerin en tepelerine baktı. Aradı, durdu. Aradığı şey özlediği şehri İstanbul değildi, bulunması daha zor bir şeydi. Bulsa belki o da anlardı neyi aradığını. Belki uzun zamandır özlemini çektiği bir şeydi. Bulamadı ve geri döndü o şehirden.

Düşünmeye devam etti İbrahim Bey. Belki bundan birkaç sene sonra İstanbullu bir şair girecekti Prag şehrinin kapısından. Uzun bir süre de konaklayacaktı bu şehirde. Doktor Faust'un evine de gitse, şehrin baroğunda kendini kayıp da etse, o da bulamayacaktı aradığı şeyi, İstanbul'u.

Sonra sokaklarında savaş, sokaklarında katliam ve sokaklarında şenlik olacaktı bu şehrin ve en sonunda donuk yüzlü turistlere teslim olacaktı Prag şehri. Kuleler şehre sırtını dönecekti, köprüler isteksizce sallanacaktı Vltava'nın üzerinde.

İşte o turistlerin içinde birkaç genç çocuk olacaktı bir gün. Prag'a kendilerini ve şehri anlamaya geleceklerdi. Başta birkaç turiste uysalar da aradıklarına yakın şeyleri bulacaklardı bu şehrin labirent sokaklarında kaybola kaybola. Sorular sorup, cevaplar alacaklardı. Belki o zaman Dünya daha güzel bir yer bile olabilirdi.

O yağmurlu gecede bunları düşünen İbrahim Bey, bir anda kafasındakileri unutup, bütün ümidini o çocuklara bağlamıştı. Huzurlu bir şekilde uykusuna devam edebildi.