20 Ocak 2012 Cuma

üşüyen bir kış yazısı

Güneşin sadece aydınlatıcı görevi gördüğü soğuk parkta tek başına yürüyordu İbrahim Bey. Az önce dinen yağmur eskimiş paltosundan kıyafetlerine ve sonunda vücuduna ulaşmayı başarmıştı. Ayakkabıları da su geçirmesine rağmen eve girmeden önce her zaman oturduğu banka oturmak istedi. Bank ıslaktı, aldırmadı. Ceplerini yokladı, cebinden kahverengi defterini çıkardı. Kurşun kalemiyle defterine bir şeyler karalayacaktı. Aklında bir şarkı, çok eskiden dinlediği bir şarkı. Yeniden diline takılmıştı:
"İnliyorum derinden bana bilmem ne oldu"

Şimdi yazmaya başlasa o şarkının sözlerinden başkasını yazamazdı heralde. Biraz etrafına bakındı. Tam o esnada bisikletli bir kız geçti önünden. İbrahim Bey'in gözü kızın rüzgarda hareket eden saçına takıldı, kız bunun farkına varmadı. İbrahim Bey kafasında içinde o kız geçen bir hikaye yazdı, gülümsedi. O şimdi yalnız ayaküstü uydurulmuş hikayelerin kahramanıydı, kendi hikayesini yaşamayı bırakın, yazacak gücü bile bulamıyordu kendinde.

Bir anda bir ürperti hissetti. Daha fazla üşümemesi gerektiğini anladı. Kalktı banktan, kışın fazla uzun durulmuyordu dışarda. Defteri yine boş kalmıştı. Bu yazı da, İbrahim Bey'in bankta oturması kadar kısa süren bir yazı oldu böylelikle.

15 Ocak 2012 Pazar

bir mektubun hikayesi.

"Kafamdaki sesleri susturamıyorum. Her bir taraftan farklı biri konuşuyor gibi. Mutlu yerlerime giden yolu bulamıyorum, her yol aynı karanlığa çıkıyor. Kafamı bir yana çevirsem bir fotoğraf, siyah-beyaz da değil, sararmış. Öbür yana çevirsem okunmayı ve yazılmayı bekleyen sayfalarca not. Önüme baksam hatırlamak istemediğimi bildiğim can sıkıcı ayrıntılar.

Kafamın içimdeki sesleri susturamıyorum. Sessizliğime kavuşamıyorum. Farkındayım, hatta biliyorum bir yerlerde ay doğuyor. Bir şehrin üstünü sessizce aydınlatıyor. Her zaman bahsedilen dolunay da değil, tam yarım arası bir ay. Geceye can veriyor. Sonra görüyorum onu. Boş sokakta yalnız başına yürüyor, fotoğraftaki. Sokak bu sefer renkli, sararmamış. Yüzüne restoranın tabelasından ışıklar vuruyor. Kırmızı, yeşil değişiyor renkleri. Restoranın tabelasına bakıyor, ufak bir detaya gözü takılıyor. Bir yazım hatası: “Kahve falınada bakıyoruz.” Gülümsüyor. Sonra yürümeye devam ediyor. Nehrin kıyısında uzun bir yolda ilerliyor. Kafasında eski bir aşk. Zaten yalnız sokaklar, yalnız odalar ya eski aşklar içindir ya da eski arkadaşlar. Çok başka bir sevgiydi onlarınki. Gençtik, diye düşünüyor. Birbirimizde tanıdık biz aşık olmayı, bir kadın bir erkeği, bir erkek bir kadını nasıl tanırsa biz de öyle tanıdık birbirimizi ve aşk sandık bunları. Heyecanlı bir ilişkiydi ama yine de, güzel günlerdi. Ardından üç-dört şiir yazdırdı bana. Onları da İbrahim’e yollamıştım, ah İbrahim ne kadar uzaklara gittin be sen de!, diye sürdürüyor dalgın adam düşüncelerini. Dediğim gibi eski aşklar ve eski arkadaşlar.

Sakallı bir adam yaklaşıyor yanına, sigara istiyor. “Veririm ama bir şartla” diyor dalgın adam. “Beraber içeceğiz bir tane”. Kabul ediyor sakallı adam. Nehrin kıyısında bir banka yöneliyorlar. Dalgın adam, yani fotoğraftaki, bankta oturmak istemiyor bu ayın aydınlattığı güzel yaz gecesinde gidiyor nehrin kıyısındaki çimenlere, sakallı da takip ediyor onu.
“Buradan değilsindir beyim?” diye soruyor sakallı.
“Yok” diyor, “iş için geldim, akşam boşluk oldu biraz şehri göreyim istedim.”
“Akşamları görülcek pek bir şey yoktur bizim buralarda, şu ilerde demiryollarının lokali var oraya bir bak istersen, canlı müzik olur”
“Sağol, zaten ordan geliyorum. Çok gürültülü orası, hem herkes dans ediyor, yorgunum burası daha sakin daha güzel, hem bir şehrin sokaklarında kaybolmazsan o şehri tanıyamazmışsın derler, tanımaya çalışıyorum ben de. Sen buralısın heralde?”
“He, öyleyimdir. Sen nerden gelirsin beyim? Ankara mı? İstanbul mu?”
“Buralara başkası gelmez mi? Hangisini yakıştırdın sen bana?”
“Konuşmandan İstanbullu gibi durursun beyim, ama Demiryolları diyorsan Ankara da olabilir, hiç bilemem ki ben.”
“Doğru bildin, İstanbulluyum. Demiryolları iş icabı bakma sen. Yoruldum, sıkıldım ondan da, belki bırakırım. Okulu yeni bitirdim ama bu işler bana göre değil. Aslında bir roman yazmak istiyorum. İş sadece para kazanmak için ya da –ne bileyim- böyle gezip görmek için de diyebilirsin.”,
“He beyim, güzelmiş. Ben müsadeni isteyeyim. Hanım bekler. Haydin kal sağlıcakla! Birazdan esmeye başlar, çok durma buralarda...”

Vedasını ettikten sonra sigarasını söndürüp yola devam ediyor dalgın adam. Sakallı adamın ismini sormadığını fark ediyor. Kafasında ona bir isim yakıştırıyor: Halim. Rahatlıyor. Böylelikle bu şehri de Halim’le hatırlayacaktır.

Kaldığı konuk evine vardığında, Halim’e bir hikaye yazıyor, belki bir gün tasarladığı romanına ekler diye. Sabahtan beri kendini yorgun hissetmesine rağmen, uykusu bir türlü gelmiyor. O yüzden bir mektup da uzaklardaki arkadaşına yazıyor. Hatta Halim’in hikayesinin bir kopyasını da onun sonuna ekleyip ertesi gün postaya atıyor. Üzerinde uçak çizimli bir pul olan bu mektup birkaç hafta sonra da masama ulaşıyor.

Sesler biraz daha azaldı sanki. Tekrar bakıyorum “Sevgili arkadaşım İbrahim,” diye başlayan mektuba. Sesler artıyor. Mektubu alıp çekmecenin dibine atıyorum. Gaz lambasını söndereceğim birazdan, bu akşamlık bu kadar melankoli hepimize yeter. Hayırlı rüyalar!"

12 Ocak 2012 Perşembe

'rüzgara bırakılan mektuplar'

Ah arkadaşım,

Şimdi seninle oturup konuşabilsek, ben yine bir tren garının soğukluğunda geceler boyunca evim olacak kompartımanıma eşyalarımı bıraktıktan sonra son bir sigara içip şehrimin Aralık soğuğunu duymak için perona çıksam, sen de bana heyecanla yazacağın son öykünün taslağını anlatsan. Evet, seni dikkatle dinlemeye çalışırdım ama aklımda yolculuk ve şehrimi bırakıyor olmanın hüznüyle dediklerine bir türlü odaklanamazdım. En sonunda da sana derdim ki, ne kadar alışmış gibi görünsek de, rüzgara karşı sert dursak da her gitmek yeni bir yara açıyor üzerimde. Gitmek, yola çıkmak değil de zor olan yalnız kalmak, burda kalabalığız iç içeyiz, orda da kalabalığız ama farklı yönlere bakıyoruz, diye devam ederdim. Bu hep böyle olurdu. Sen de her zamanki iyi niyetinle yalnızlığı överdin, gitmenin yola çıkmanın heyecanının da kendine has özelliğinden dem vururdun ve ben yine yalnızlığı ve gitmeyi neden bu kadar sevdiğinden hiç kuşkulanmazdım, gülerek dinler, umutlanmaya çalışırdım, hatta bazen beni anlamadığını bile düşünürdüm. Ama artık anlıyorum. Artık bu hikaye yalnızca benim hikayem değil. Bu noktadan sonra sırf sana değil seni de yazmak düşer bana, işte bundan sonra anlatacağım senin hikayendir. O esen rüzgara karşı sert durmak için rüzgara bırakıyorum sana yazacağım mektuplarımı. Rüzgara mektup mu bırakılırmış, o ne saçma iş dersin bilirim ama bizim buralarda ne ufuk çizgisinde gemileri arayabileceğimiz bir deniz, ne de gürül gürül akan bir ırmak bulunur. Bizde yalnız kuru kuru esen rüzgar var. İşte bu yüzden o rüzgarın her güçlü esişinde bir mektup katacağım önüne, çünkü yazı kalır, mektuplar tarihin tanığıdır. Zaman belki o zaman ileri doğru akmaktan vazgeçer, durur, hatta geriye doğru akar. Daha önce de dediğimiz gibi bütün hikayeler bir yolculukla başlıyorsa, senin hikayen de bir yolculukta başlamalı ama bu sefer alıştığımız gibi yollarda değil zamanda bir yolculuk. Belki bir gün biri bu mektupları bulur ve biz tekrardan yaşarız bütün o anları, belki...

Aachen'dan ve bugünden hürmetle,
İbrahim