8 Mart 2014 Cumartesi

tak.

"...evimin duvarına dakika atladığında "tak" diye ses çıkaran bir saat asmak isterdim, böylelikle zamanın geçişini her seste içimde hissederdim. Geçmişten ve gelecekten zamanın izdüşümlerini içimde hissederdim. bir tik geçmişim için, bir tak hiç bilemeyeceğim gelecekteki ben için. Aklımın duvarlarına resimler asmak isterdim, bir cinayet romanının baş kahramanı çözsün diye... çözer mi ki?"

31 Ocak 2014 Cuma

kahvaltı.

"...
Uyandı. Birkaç gündür uykusuzdu. Uzunca uyumak için yatmadan önce panjurlarını sonuna kadar kapamıştı. Haftasonu olduğunu ancak böyle anlıyordu, eğer çalar saat sesiyle veya ışıkla uyanmazsa haftasonuydu. Fakat gözüne bir yerden gün ışığına benzer bir ışık geliyordu. Üzerinde fazla düşünmedi cumartesileri de çalışmak zorunda olan ev arkadaşları olduğunu düşünüp gözlerini açmadı.
"İyi bir kahvaltı hazırlamışlar." diye düşündü burnuna gelen ekmek kokusunun etkisiyle. "Tıpkı bizim... Yok canım daha neler..." gözlerini açmadan sağ tarafına dönüp uyumaya devam etti.
Çok zaman geçmemişti aradan kuş sesiyle tekrar uyandı. "Kışın ortasında ne kuşu bu böyle ya." Ekmek kokularına sucuk kokuları da eklenmişti. "Biri beni etkilemeye mi çalışıyor acaba?" diyerek sonunda gözlerini açtı.
İlk olarak ahşap tavanı gördü. Önce tanıyamadı, sonra inanamadı. Yatak bıraktığı yataktan daha rahattı ve çok iyi bildiği bir yataktı. Eliyle yokladı, yumuşak çarşafı hissetti. Gözlerini camdan dışarıya doğru çevirdi ve işte o zaman emin oldu. U.'daydı. Ekmek kokusu tahmin ettiği gibi meydandaki fırının ekmeklerinin kokusuydu, sucuk kasabın sucuğu. Peki kim yapıyordu bunu?
Aslında aklına gelen ilk soru nasıl oldu da burada ve bu zamanda uyandığıydı, ama o ya bunun çok güzel bir rüya olduğunu ya da öncesinin bir kabus olduğunu düşünüp elindeki ana tutunmak istedi.
Yavaşça doğruldu yatağında. Terlikleri alıştığı yerdeydi. Giydi, ayağa kalktı ve camın kenarına gitti. Bahçenin kokusunu içine çekti ve bir süre denizi seyretti. Limana vapur yanaşmıştı, "U.'nun misafirleri var demek ki" diye düşündü.
Odadaki lavaboda yüzüne su çarptı ve kurulanmadan kapıyı açtı. Yüzüne sabah güneşi ve mis gibi kahvaltı kokuları çarpmıştı. Sucuklu yumurta, kayısı reçeli, taze biber, domates, salatalık, taze ekmek ve tabii ki çay. Teker teker ve ayrı ayrı duydu kokuları. Karnı epeyce acıkmaya başlamıştı.
Gıcırdata gıcırdata merdivenleri indi. Bu merdivenleri inerken bütün ev halkına uyandığını belli edercesine ses çıkarmaya bayılıyordu. Ama hala bu güzel sabahın sebebini bulamıyordu. Kimdi? Kimdi? Önce mutfağa girdi. Tüten çaydanlığı gördü. Salatalıklar yeni doğranmıştı, bıçak doğrama tahtasının üzerinde duruyordu. Reçel kavanozu mutfak tezgahındaydı, kapağı açıktı, yanında tatlı kaşığı vardı. "Bi kaşık dalsam mı?" diye geçirdi aklından, utandı vazgeçti. Sucuklu yumurta pişmiş, soğumasın diye kapağı kapalı ocağın üzerinde duruyordu. Şu an mutfakta göremediği salatanın az önce üzerinde gezdirildiğini düşündüğü zeytin yağı masadan ona bakıyordu. İyice acıkmıştı artık, karnını sıvazladı.
Balkondan tabak çanak sesleri geldiğini duydu. Merakla balkon kapısına yöneldi. Bu esnada guruldayan karnını "pşşşt!" diye susturdu. Kapıyı usulca açtı ve onu gördü. Tahmin etmeliydi zaten. Onu görünce her zaman olduğu gibi kalbi çarpmaya başladı. Zaman durdu, ne orada ne buradaydı şimdi aslında her yerdeydi her zamandaydı. Onun yanındayken salt bir mutluluk hissediyordu. Daha önce hiç hissetmediği cinsten. Sanki hep tanıyormuş ve her seferinde ilk defa tanışıyormuş gibi. Onun her hareketini saatlerce izleyebilirdi. Uyurken, çalışırken, mutluyken, kızarken, kitap okurken, yemek hazırlarken veya sadece el ele yürürken onu izleyebilirdi. Birbirlerine iyi geliyorlardı. Şu an da saçının bir kısmı yüzüne düşmüş özenle masayı hazırlıyordu, bir yandan da bir şarkı mırıldanıyordu. Geldiğini farketmemişti.
"Günaydın" dedi. Sesi tam çıkmamıştı. Uyandığından beri ilk defa konuşuyordu. Boğazını temizleyip kendilerine has bir melodiyle tekrar etti. "Gü nay dın sev gi lim!"
Saçını yüzünden alıp geriye attı. Şakacıktan kaşlarını çatıp gülümseyerek "Ya ben seni uyandıracaktım, kendin kalkmışsın!" dedi. Sonra yanına yaklaşıp yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. "Gü nay dın sev gi lim!". Bu öpücükle birlikte U.'da yine çok güzel bir sabah başladı.
Mucizelere inanmak o kadar da zor değildi. U. bazen çok isteyenleri, çok özleyenleri ve çok sevenleri kendi yanına çekebilirdi. Bir gece çok yalnız bir uykuya dalıp ertesi sabah U.'da şefkatli kollarda uyanabilirdin. Hem o en tatlı, en içten gülümsemesiyle dememiş miydi bana:
"Zaten çok istersek ve inanırsak olur bence."
Oldu işte. Olsun işte. Olacak işte!
..."

12 Ocak 2014 Pazar

senli benli.

"...
yeni planlar yapmak
          içinde sen varsan güzel
yeni hayaller kurmak
          seninle birlikteysem güzel
yeni şarkılar dinlemek
          sen de beğeniyorsan güzel
yeni şiirler yazmak
          senden bahsediyorsa güzel
yeni kitaplar okumak
          içinden senden bir parça varsa güzel
yeni insanlar tanımak
         onlara seni anlatabiliyorsam güzel
yeni şehirleri keşfetmek
         yanımda sen varsan güzel
yeni yollara çıkmak
         ucunda sana ulaşmak varsa güzel
yeni sayfalar açmak
         ilk cümlede adın geçiyorsa güzel
sen sen sen
ah bi gelsen...
..."

5 Ocak 2014 Pazar

yeni'den

Kendini iyi hissetmiyordu. Boğazında hissettiği şeyin hüzün kaynaklı oluşan bir yumru mu yoksa hastalıktan dolayı şişen boğazları mı olduğunu kestiremiyordu. Yine uzun yollara çıkılmış, uzun cümleler kurulmuş ve İbrahim Bey Pera'nın, Üsküdar'ın ve Kadıköyü'nün o dost sofralarında arkadaşlarıyla yiyip içip eğlenmişti. Şimdi bir tatilin son paragrafında uzun süredir kendine söz verip de başlayamadığı yazıya oturmuştu. Eskiden bir oturur sayfalarca yazıyı nefes almadan ve saatin nasıl geçtiğini anlamadan yazardı. Şimdi bırakın kelimeleri iki harfi yan yana getirirken bile düşünüyor ve dikkati dağılıyordu. Ama 1954 yılının ilk sabahı kendine verdiği sözü tutarcasına ve yolculuktan döndüğü akşamda uyku tutmayan vicdanının da zorlamasıyla oturdu tahta masanın başına. Denize girmeden önce ayaklarını yavaşça suya sokar gibi önce kısa cümleler kurdu. Biraz hatırladı ve sonra hızla bıraktı kendini dalgaların ve gereğinden uzun cümlelerin kucağına. Çok severdi uzun cümleleri, belki de Almanca'nın ona bir hediyesiydi. Anlatacak hikayesi bitmemişti ve o çok uzun bir ara vermişti. Yazı yazmak zamana karşı gelmekti ve o kendi zamanına teslim olmuştu, yazı yazmak hafıza tutmaktı ve o çok güvendiği hafızasına ihanet ediyordu ve en nihayetinde yazı yazmak bir eser oluşturmaktı o kendi eserinden çok kendi hikayesine takılmıştı, hiç kimseye anlatmadan sadece kendine yaşıyordu. Halbuki o bırakacağı hikayesiyle belki de bize -yani ondan çok sonra yaşamış insanlara- umut olacaktı. Bunu o zaman bilmiyordu. O zamanlarda yine bilmediği ama hissettiği bir şey daha vardı o da bu yeni yılın -yani 1954 yılının- hayatında değişimler yılı olacağıydı. Şimdi bu değişimlerin ön odasında bekleme salonunda otururken İbrahim Bey onu bu sene kurtaracak tek şeyin yazmak olduğunu düşünüyordu ve buna işte bu geceden başlayacaktı. Ancak ilk günden denizin içinde fazla kalmak hasta edebilirdi, ayrıca fazla da güneş yanığı olmamak lazımdı. Esnemeye başlayan İbrahim Bey son cümlesini de yazdı ve ışığını kapattı. Son cümle kendinden sonra bizlere şu şekilde ulaştı:
"...sevmek kadar umutlu bir yıl olmalı."

10 Ekim 2013 Perşembe

şehrin gözleri.

"Bu şehrin gözlerinin içine bakıyorum. Bu şehrin gözlerinin içine onu anlamak için, onda kendimi son bir kez daha görmek için bakıyorum. Yeni bir mevsimin başında -ki ilkbahar değil sonbahardır mevsim başı bu topraklarda- yerdeki sarı yapraklara basarken her mevsim başındaki halimi ve bu şehrin tüm ilklimlerindeki kendimi hatırlamak ve tekrardan yaşamak için çabalıyorum. Ölen bir şehrin film şeridi gibi veya tirajı yüksek ve ucuz bir gazetenin sepya tonlarındaki adı genelde "Tarihte Bugün" olan nostalji köşeleri gibi hatırlıyorum kare kare kendimi.

Ama ilk olarak elinde iki koca çanta ve yeni terlemiş bıyıklarıyla gelen o masum çocuk geliyor aklıma. Boğaz esintisini terketmiş ve bozkır soğuğundan dolayı daha ikinci saatinin sonunda dudakları çatlamaktan kıpkırmızı olmuş. Yanında babasıyla ev bulmak için geziyor sokaklarda. E yalnız bırakmak olmaz. Yirmili yaşlarına henüz girmiş telaşlı umutlara kapılıyor ve çabuk hayal kırıklıklarına uğruyor. Şehir de ona bakıyor ama umursamıyor. Burun kıvırıyor. Daha dilini bile anlamayan bu çocuğu açıkça küçümsüyor. O ise şehre saygıyla bakıyor. Aklında "kendini sadece işlerine verirse yapamayacağı bir şey olmayacağı" düşüncesi, yüreğinde onu durduran panik yürüyor şehrin sonbahar yapraklarıyla dolu sokaklarında. Yokuş yukarı bir yol turuncu yanıp sönen bir sokak lambası, yapraklar savruluyor, çocuk sallanıyor, ayakkabısı ince ayakları üşüyor, ceketinin cebinde nazar boncuğu, annesinin evden çıkarken son anda sıkıştırdığı. Masum bir çocuk henüz kalabalıklar arasına karışmamış, kalabalıklar tarafından farkedilmemiş.

Sonra o çocuk Arnavut kaldırımı bir sokakta taşlara takıla takıla yürüyor. Bir hızlanıyor, bir yavaşlıyor, belli ki içkiyi fazla kaçırmış. Bir gülümsüyor, bir hüzünleniyor. Gözlerinde ikisini de aynı anda görmek mümkün. Tanıştığı insanlardan bazıları onu sinirlendirmiş, bazıları hiç anlamamış ya da o kendini anlatamamış. Bir sarı yaprağı bastığında duyduğu hışırtının onu ne kadar üzdüğünü söylemek istiyor, söyleyemiyor, vazgeçiyor ve elindeki biradan bir yudum daha alıyor. Karanlık sokaklarda evine doğru sakin adımlarla ilerliyor, sokakta çığlıklar, sokakta bağırışlar ve bira şişelerini kırarcasına tokuşturan insanlar.

Bir başka zamanda en büyük dersliğin kapısından yanakları kızarmış bir biçimde çıkıyor. Sıkıştırılmış zamanda elinden ve aklından geldiğince her şeyi yazmış, zaman yetmemiş ve şu an hiç birşey hatırlamıyor. Kimseyle konuşmak istemiyor. Yanındaki çocuk az önce çıktıkları sınavla ilgili bir şey soruyor, dilinin ucuyla önemsemeden cevap veriyor. Bir başkası yanına gelip "İbraam" diyip bira sıkıştırıyor eline. İkisi o sahneden uzaklaşıyor ve o konu orada kapanıyor.

Sabahın erken saatlerinde işe giden insanlarla birlikte o da işe gidiyor. İlk günlerdeki gibi heyecanlı gitmiyor. Kulağında önceki geceden kalma hicaz bir şarkı, mırıldanıyor da mırıldanıyor. Günleri geriye doğru sayıyor. İş hayatı için erken olduğunu düşünüyor. Bir miktar daha öğrenciliğini yaşamak istiyor. Kendinden yaşça büyük insanların yanında yaşlandığını hissediyor. Acaba insanlar gerçekten böyle mi yaşlanıyor, yoğurdun sütü mayalaması gibi? diye düşünüyor her sabah. İşe yerine girdiğinde motor yağıyla karışık kahve kokusu kaplıyor koridoru, neden bu işi ve bu mesleği seçtiğini hatırlıyor, kendine geliyor.

Bahar geliyor şehre. Yemyeşil ağaçlarıyla, güneşli bahçeleriyle pırıl pırıl bir bahar. Baharın kendi mevsimi olduğunu sanarak yollara çıkıyor. Çok yanılıyor. Asıl mevsiminin sonbahar olduğunu geç anlıyor. Her bahar yeniden umutlanıyor ve yeniden sönüyor umutları. Ta ki gelen en son bahara kadar. Karanlık bir gecede dolunay gibi doğuyor bahar en çoşkulu şarkısıyla. En bilinmedik şehrin en farkedilmeyecek detayında açıyor bahar çiçeği. Bütün o sonbaharları bitiriyor ve baharı daim kılıyor. Tam şehre meydan okurken bütün şehirler güzel geliyor, aklını başından alıyor. Bazen bir tren camında, bazen bir otel odasında, bazen bir konukevinin soğuk çatı katında, bezen gökyüzüne bakmanın sevimli hissinde ve bazen kurulan bir piknik sofrasında kendini gösteriyor.

Bütün bu yollardan geçip şimdi kutuların arasında oturan bu adama geliyor sıra. Bu şehirdekilerin son hali. En tecrübelisi ama en dayanıksızı. Onu güçlendiren şehir işte bu ayrılma anında sanki bütün verdiklerini geri almak istermişçesine üzerine geliyor. Kaldığı oda küçülüyor, umutları büyürken. Aklında "kendini sadece işlerine verirse yapamayacağı bir şey olmayacağı" düşüncesi, yüreğinde onu durduran panik yürüyor şehrin sonbahar yapraklarıyla dolu sokaklarında. İlk geldiğinden altı yıl daha yaşlı, altı kilo daha az ve muhtemelen daha az saçlı, daha çok sakallı. Bu adamın hikayesi şimdilik Aix la Chapelle ya da Aachen ile ayrılıyor. Bir şehrin bir insanda ne kadar iz bıraktığını bilenler bu hikayenin ilerde bir gün birleşmeyeceğini söyleyemezler. Ama şimdilik başka şehirlerin değirmenlerine karşı savaşmak için yola çıkıyor.

Fakat bu şehri her zaman o ilk geldiğim haliyle hatırlayacağım. Bu şehrin bana yaptıklarından ve yaşattıklarından -söylemesi yapmasından kolay da olsa- onu sorumlu tutmayacağım. Bu ufak şehir o masum çocuğu alıp kendine -zaman zaman da olsa- güvenen bir mühendis yaptı, belki de o çocuğun masumluğundan bir miktar da şehre geçmiştir. En azından ayrılık anında bu hakkı ona tanımak lazım. Şimdi şehirle barışma ve yola devam etme zamanı, vira!"

3 Eylül 2013 Salı

yabanmersini etkisi

Çatısında kartal heykelleri olan taş binanın kapısı yavaşça açıldı. Omuzları düşük vaziyette yüzünde yorgun bir huzurla İbrahim Bey göründü kapının ardında. Yanında onunla konuşan veya onu görmeyip yanından geçen, hareretli hareretli tartışan bir grup insan vardı. Onları yararak aralarından sıyrıldı ve sokak lambasının yanına kadar yürüdü. Derin bir "ohh" çekti.

Bundan birkaç ay önce soğuk bir kış günü elinde birkaç parça damgalı kağıtla aynı kapıdan çıkmış, kısık sesle kendine "Mühendis İbrahim Bey" diye fısıldamıştı. Çok hoşuna gitmişti ve gülümsemişti. Sonra da gördüğü ilk birahaneye -pek sevmediği bir yer de olsa- girip gelen ilk birayı birkaç yudumda bitirmişti. -bereket, bu kentte biralar küçük bardaklarda gelirdi.-  Sonra elindeki kağıtlara bakıp ailesine uzun bir mektup yazmıştı, "Bitti bu iş!" cümlesiyle başlayan. Geçmiş günlerin yorgunluğu ve gelecek günlerin huzursuzluğu içinde bir mola olmuştu bu sevinç onun için.

Şimdi ise bu üniversitenin sıralarında yazdığı son sınavdan çıkmış ve üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. Bunun farkına varması için zaman geçmesi gerekiyordu, ilk aklına gelen biraz durulmak ve düşünmekti. Geçen seferki gibi içmek geçmiyordu içinden. Yanındaki arkadaşlarının sorularını, tartışan hallerini kibar ve soğukça savuşturup karşıdaki sokağa daldı. Hızlı adımlarla evine yürüyecekti, bir an durup çatısında kartal heykelleri olan binaya bir kez daha baktı. Çok fazla anısı vardı. Bazılarını hatırlamak bile istemiyordu, bazılarını ise bir ömür boyu unutamayacaktı. Bu şehir aklına her düştüğünde önce bu binayı hatırlayacaktı. Ne kadar kaçmak istese de buralardan, Dostoyevski'nin dediği geldi aklına bir kez daha: iki insan birbirini en iyi ayrılmadan önce tanırmış. İbrahim Bey bir adım geriye attı, bisiklet parkının demirine yaslandı. Gerçekten de bu kenti terketmeden önce mi tanıyacaktı? Bu soğuk suratlı insanlar, bu yağmurlu sokaklar, bu eskimiş kütüphane, köşedeki köhne kafe, sokak başında kim bilir kaç kez sarhoş çıktığı birahane ve çatı katındaki solgun evim sizinle şimdi mi tanışacağım, sizi şimdi mi anlayacağım? Söylemek istedikleriniz şimdi mi kulağıma gelecek? Başından beri bana bir şeyler öğretmeye çalışırken direndiğim, yıkılmadığım şehir tam bu ayrılma anında mı yıkacaktı peki beni? Ya son anda değişmek zor gelir de, bırakamam ben burayı diye evime koşarsam? Ya sabahları sıcak ekmek satan pastahanenin kokusu olmadan yaşayamazsam? Ya her sabah erken gittiğimde geç kalan, tam vaktinde gittiğimde erken gelip kaçmış olan otobüs bir daha hiç gelmezse? Ya arkadaşlarım? Ya bütün hayatımı aynı mahallede, aynı büroda, aynı odada geçirirsem? Ya...

Derken bütün bu düşüncelerden bir anda arındı. Önce bıraktığı şehirler şehrini düşündü, sonra yanında onu gördü. Gülümseyerek "Biraz yaban mersini uzatır mısın?" dedi. İlk tanesini ağzına attıktan sonra ona döndü ve "Şimdi güneye gitme zamanı" dedi.

19 Kasım 2012 Pazartesi

karanlık yazı.

"... önümde boş bir kağıt, elimde kalem. yazsam içimin karanlığı akacak kağıdın üstüne, belki de mürekkebe bile gerek kalmayacak, yazsam içimdeki korku, içimdeki nefret, içimdeki fırtına kağıdı önüne katıp kimbilir hangi uzun cümlenin virgülüne götürecek, hangi ünlemde dinecek? "yazsan geçer." derler; yazdım, geçmedi. yine yazsam, bu sefer geçer mi? yoksa bu kağıdın beyazlığına da yazık eder miyim? belki de gerçek olurlar diye korktuğumdan yazmıyorum ya da hiç gerçek olmayacak diye endişe ettiğimden, bilmiyorum. bilsem de açıklayamıyorum. lambayı söndürüyorum..."

Anlatıcının Notu: İbrahim Bey "yazdım" dediği satırları çöpe attığından biz insanlara malum olmadı İbrahim Bey'in karanlık düşleri.

15 Kasım 2012 Perşembe

zamanın göz kırpması

İsteksiz isteksiz garın merdivenlerini çıkıyordu. Midesinde sabahtan beri onu rahatsız eden bir ağrı vardı. Birkaç gündür kimseyle uzun bir sohbete girmemişti. Konu hep aynı yere geliyor, kapatamıyor, unutamıyor, kurtulamıyordu. Sırtındaki çantayı yere bırakıp garın direklerinden birine yaslandı. Bıyıkları sakallarına karışmıştı. İnsanların tanıdığı İbrahim Bey olmaktan çıkmıştı bir süredir. Daha da fenası kendisi de kendini tanımıyordu.

O an bir üşüme hissetti. Uzun süre sonra hissettiği ilk duyguydu. Yalnızlıktan mı, uzaklıktan mı, yoksa kışın gelmesinden mi üşüyordu, bunu bilmiyordu. Önce ağlayacak gibi oldu, gülümsedi tekrardan. Önünde bir tren durdu. Onu aradı gözleri. Orada olmasına imkan yoktu ama işte bir umut, belki o trenden inen insanların arasından çıkardı. Kırmızı paltosunu aradı, siyah saçlarını da. Yoktu. Direğe yaslanıp öbür yöne çevirdi kafasını.

Başını çevirdiği yöndeki rayların üstünden çok hızlı beyaz bir tren geçti, renkler bulanıklaştı, ayağının altındaki taşlar kayar gibi oldu, yanındaki insanları seçemiyordu. Bir boşluktaymışçasına başı dönmeye başladı. İstemdışı elleriyle yüzünü kapadı, gözlerini ovuşturdu ve yeniden açtı. Az önce geçen beyaz tren aynı yönde aynı rayların üzerinden bir kez daha hızla geçti. Baktığı yönde ışıl ışıl bir yapı oluşmuştu. Yüzünde metal parçaları olan bir kız geçti yanından. Elinde ışıklar saçan bir cihaz vardı ve ondan çıkan bir kabloyla kulaklarına bir şey tıkmıştı. Birkaç saniye önce orada olmadığına yemin edebilirdi, ayrıca o elindeki de neydi? Etrafındakileri incelemeye başladı. İnsanlar garipleşmişti. Konuştukları dil garipleşmişti. Ne olduğuna anlam veremezken onu gördü karşısında. Aradığı değildi. Paltosunun yakalarını kaldırmış, üşüyen ellerini cebini sokmuş, düşüncelere dalmış bir adam. Adam gözlüğünü çıkardı gözlerini ovuşturdu tekrar taktı yerine. Sağ elinin baş parmağıyla kulağına dokundu, sonra orta parmağına bastırdı. İbrahim Bey anlam veremediği bir sebepten bu adama takılmıştı.

Kafasında işten kalma sorularla gözlüğünü yeniden gözüne taktığında onu fark etti. Onun yaşlarında, bıyıklı, solgun yüzlü bir adam dikkatle ona bakıyordu. Eski moda giyimiyle bir dizi setinden çıkmış olabileceğini düşündü. Direğe dayanmıştı, doğruldu. Ona doğru bir hamle yapar gibi oldu, korktu. Sonra kafasını başka yöne çevirdi. Ama aklı takılmıştı bir kere. Birkaç saniye sonra tekrar baktı. Aynı adam aynı şekilde bakmaya devam ediyordu. Zaman tünelinden gelmiş gibiydi. Sanki bir şeyler mi söylemek istiyordu ona? Gelecekteki hali miydi? Ama gelecekte neden geçmişteki gibi giyinsin ki? Retroyu anladık da bu kadar değil hem yaşlamıştı da, geçmişten miydi yoksa? Aile büyükleri?, diye düşünürken üşüdüğünü hissetti. Yalnızlıktan mı, uzaklıktan mı, yoksa kışın gelmesinden mi üşüyordu, bunu bilmiyordu. Önce ağlayacak gibi oldu, gülümsedi tekrardan. Ona bakan adamla göz göze geldi bir daha. Sanki düşündüklerini anladı. Sonra önlerinde bir tren durdu. İkisi de yolcuların arasında gözleriyle birisini aradılar. Aslında orada olmadığını bildikleri birisini. Hani belki bir umut çıkar diye. Yok, çıkmadı. Kafasını sağa çevirip "ne yapalım?" dercesine bıyıklı adama baktı. Bıyıklı adamın da yüzünde ilk defa bir ifade belirdi ve gülümsedi. Diğer raylardan beyaz hızlı bir tren geçti. Trene baktı, tekrar döndüğünde adam gitmişti.

İbrahim Bey tren tekrar geçince dengesini kaybedip direğe tutundu. Az önce gördüklerinin hepsi yok olmuştu. Yine alıştığı gardaydı. Midesinde bir bulantı hissetti. Bu yaşadıklarına bir anlam veremedi. Kimdi o siyah paltolu adam? Neden onu görmüştü ve neden onun hissettiklerini hissediyor gibiydi? Ayrıca o cihaz da neydi? Başı dönmeye başladı ve bir anda yere çömelip direğin yanına kusmaya başladı. Etraftan yaşlıca bir teyze yanına yaklaştı. Elini omzuna dayadı ve sordu:

"Mein Herr, geht's Ihnen gut?"

30 Ekim 2012 Salı

sofra.

"U.'nun sokaklarına sonbahar gelmişti. Denize çıkan dar yolların birinden insanlarla selamlaşarak yürüyordu. Saatine baktı, geç kalmıştı, adımlarını hızlandırdı. Sahile indiğinde her zaman yaptığı gibi deniz kokusunu içine çekti. Mutsuz bir dönemden geçmişti. Zaten hayatı mutsuz olduğu zamanlarda geleceğe dair umutlanarak geçerdi. Kafasında umut olarak gördüğü o andaydı, ama ironik olan bunun farkında değildi. Buna rağmen istem dışı olarak deniz kokusunu duyunca bir "ohh" çekti.
Sahildeki meyhaneye geldiğinde saat sekizi onbir geçiyordu. "Onbir dakika, akademik sürenin içinde" diye düşündü, eski hayatından kalma alışkanlıklarına gülümseyerek içeri girdi.
Masada altı kişi vardı, her zamanki altı kişi. Yine donatılmıştı masa: haydari, acılı ezme, patlıcan salatası, kabak kızartma, zeytinyağlı yaprak sarması, deniz börülcesi, topik, gavurdağ salatası, köpoğlu, pilaki, kalamar, paçanga böreği, Arnavut ciğeri ve tabii ki rakı. Hepsinin kokusunu aynı anda ve tek tek alabiliyordu. Birazdan yiyecekleri balıkların taze kokusu da burnuna geliyordu. Gözünü masadakilerden ayırıp arkadaşlarına baktı, hepsi açlıktan ve beklemekten sabırsızlanmıştı artık. Herkese utangaç bir "merhaba" deyip boş sandalyenin karşısındaki boş sandalyeye oturdu.
Rakılar dolduruldu ve kadehler kalktı. Kimse beylik laflar etmeyi sevmezdi. Belli belirsiz "sağlığınıza!" dendi ve kadehler önce masaya vuruldu sonra ilk yudumlar alındı. Çok beklediğin bir şey geldiğinde zamanın nasıl geçtiğini anlamazsın. O gece de öyle oldu. Akıllarda pek bir şey kalmadı, birkaç çocukluktan kalma tebessüm, birkaç kahkaha, olmazsa olmazı hüzün ve gecenin sonuna doğru alkolün de verdiği efkarla akla gelen belli belirsiz anılar.
Gece bitti. Her gecenin sonunda olduğu gibi sallana sallana evine doğru yürümeye başladı. Evinin önüne geldiğinde durmadı, yoluna devam etti. Eve giresi yoktu. Yokuşu tırmandı ve yokuşun sonundaki çıkmaz sokağa girdi. En sevdiği evin en sevdiği kapısına dayandı. Kapıyı tıklattı. İçerden kapıya doğru yaklaşan ayak sesleriyle yüzünde bir gülümseme oluştu."

15 Ekim 2012 Pazartesi

u.'ya dönüş.

"Sabahın ilk ışıklarını U. kentinin ilköğretim okulunun kulesinde gördüğüne yolculuğunun sonuna geldiğini anlamıştı. Masasında duran defterini, kalemini ve mürekkebinin dikkatlice çantasına yerleştirdi. Dün gece deniz tuttuğundan bir kelime bile yazamamıştı. Yolculuk öncesi bir sahil kasabasında ince bıyıklı aşçının çok överek hazırladığı yemeğin buna sebep olduğunu hatırlayınca ince bir küfür savurdu, bu küfür ona iyi gelmişti. Oysa normal zamanlarda denizle arası iyiydi, aralarında bir bağ olduğunu düşünürdü, hatta denize bakmak, deniz havası almak veya ayaklarını deniz duyuna değdirmek onun düşünmesini kolaylaştırıyordu.


Bu düşüncelerle birlikte güverteye çıktığında gemi çoktan tahta iskeleye yanaşmış, yolcu indirmeye başlamıştı. Geminin ve tahta iskelenin gıcırtıları arasında hangi gıcırtının hangisinden geldiğini tahmin etmeye çalışırken kendini U.’nun sahilinde buldu. Kumsalın ona çocukluğunu hatırlatan kokusunu derin bir şekilde içine çekti. Geceden beri bir şey yemediğinden midesi gurulduyordu, karaya çıkmak iyi gelmiş, uyandığından beri ilk defa acıktığını hissetmişti. Aklına kent meydanındaki fırın geldi. Küçükken ordan yediği sabah poğaçalarını hatırladı, acaba aynı lezzette aynı yerde duruyorlar mıydı? Yılların yolların değiştirmiş olabileceğini düşündü, ancak birine sormaktansa çocukluğunun kentinin sokaklarında kaybolmayı tercih edeceğinden sırtladı çantasını ve yürümeye koyuldu."