26 Kasım 2010 Cuma

harry haller'la tanıştıktan sonra

"İçimde, benden taşan bir insan var ve zaman zaman da dizginlediğim bir kurt ve bunun arkasından gelen binlerce, milyonlarca "ben" yansımaları. Hepsi birbirini takip ediyor, birbirine paralel duran iki aynanın sonsuz yansımaları gibi. Ben ise her sabah birini seçip başlıyorum günüme, günün içinde değiştirme hakkımı olduğunca saklı tutarak."

Son noktayı koyduktan sonra gözlüğünü düzeltip, gaz lambasının parlaklığını arttırıp yeniden okudu yazdıklarını İbrahim Bey. Annesinden gizli mutfaktan şekerleme kaçıran bir çocuğun muzipliğiyle bir kez daha okudu. Beğendi. Kendininmişçesine yazdığı bu cümle aslında az önce son sayfasını çevirdiği kitabın aklında kalan özetiydi. Her zaman yaptığı gibi kendini romanın kahramanıyla birleştirmiş ve onun hayatını kendisininkiymişçesine yaşamıştı. Bu gece o gaz lambasının ışığında o İbrahim Bey değil, Harry Haller'dı ve yazdığı ve yazacağı her şey de onun hafızasıydı.

"Bazen insanlara kendimi anlatabileceğimi düşünüyorum, ancak bunu yapmaya başladığımda kendim bile kendimden sıkılıyorum ve başkalaşıp bir anda susuyorum."

Hala kendinden bir şeyler yazdığını düşünüyordu ama aslında kitabı yeniden yaratıyordu. (Belki de kitabın ilk tercümesini yapıyordu.)

"Bir gün biri karşıma çıksa, bana bir ayna tutsa ve ben de kendimi ve ondaki kendimi görebilsem. Ama bugüne kadar konuştuklarımın hiç biri beni muhabbetiyle doyuramadı."

Yine kitaptan aklında kalan kısımları kendi düşünceleriymiş gibi farkında olmadan yazıyordu. Üstelik yazdıkları gerçek bile değildi.

"Ama ne olursa olsun, bütün gündelik ve genel sıkıntılarım bir yana, sanırım uzun bir aradan sonra "ohh" deme fırsatı verdi hayat bana. Bunu değerlendirmem gerek. Bu sefer önüme yenilenmiş bir şekilde konan oyunu aynı hataları tekrarlamadan baştan oynamam gerek."

İşte sonunda özgün bir paragraf yazabilmişti İbrahim Bey önündeki kağıda. (Son kısmı yine de pek özgün değildi ama ilk cümlelerin beklenmezliği son kısmı görmezden gelmemize yetmişti.) Kağıdı, diğer kağıtların arasına koydu. Gözlüğünü çıkarıp başucuna bıraktı, gaz lambasını söndürdü ve yatağına girdi. Yarın yorucu bir gün olacaktı.

10 Kasım 2010 Çarşamba

karasal ikilem.

"Eski notları kurcalıyordum. Bir kısmı çekmecenin arasındaki boşluğa düşmüş, onları oradan alamadım, açıkçası üşendim. Ama elime eskiden karaladığım bir kağıt parçası geldi. Üzerinde silik eski bir tarih "6 Şubat 1950". Soğuk, hatta karlı bir kış gecesi olduğunu varsayıyorum. Aynen şöyle yazıyor:

"Boğazlara, akan sulara alışmışsan
Ölmüş sevdalara bile mezar olamaz
İçinden nehir geçmeyen şehirler"

İkinci senemde yazmışım, sonradan devamına bir şeyler eklerim diye de yarım bırakmışım, eklememişim. Ne kadar da zor gelirdi o zamanlar denizi olmayan bir şehirde yaşamak. Kuru havalardan sürekli dudaklarım çatlardı. Yüzüme ince ince dokunan yağmura küfrederdim; gözlüğüm, üstüm başım hep ıslak olurdu. İstanbul'dayken de şehirlerin ancak denizlerle bittiğini savunan bizler çok takılırdık Ankaralı gördüğümüz zamanlarda.

Eh demek ki cezamız buymuş. Karasal iklime, susuz şehirlere alışmakmış ve kendimizi akarsularla avutmak. İstanbul'a her gittiğimde oraya daha az ait mi hissediyorum ben kendimi? Yok böyle bir şey olamaz. Geri döneceğim değil mi? İstanbul?"

anlatıcının notu: İbrahim Bey'in yukarıda bahsettiği notu defterleri arasında henüz bulamadım. Fakat arasına kaçanları almaya üşendiği çekmeceyi neredeyse parçaladığımı göz önünde bulundurursak yakın bir zamanda onu da bulabileceğimi düşünüyorum. Ayrıca ufak bir dipnot daha: İbrahim Bey İstanbul'a geri dönüyor ve ilerde onunla ilgili daha umutlu şeyler yazabiliyor, yani kendini ona daha ait hissediyor.

2 Kasım 2010 Salı

dünya'nın sonu mu?.

"Şimdi size bir öykü anlatacağım. Siz buna ister inanırsınız, ister gülüp geçersiniz, isterseniz de çoğunun yaptığı gibi sonuna kadar okumadan sayfayı çevirirsiniz. İşte başlıyorum benden söylemesi, sesimden sıkılanın her şeyi yapması serbesttir:

Geçenlerde sık sık yaptığım gibi yine hava almak için dışarıya çıkmıştım. Artık sonbahar gelmiş, günler kısalmaya başlamıştı, buna binayen hava da erken kararmaya başlamıştı. Hikayelerdeki sırları aramayı seven okuyucularıma baştan söyleyeyim: yorgun değildim, uykumu almıştım ve kanımda keyif verici hiçbir madde yoktu, zihnim gayet açıktı. Yürürken bir anda yerdeki sarı yapraklardan birinin yukarı doğru yükseldiğini gördüm. "Rüzgardandır" dedim, devam ettim.

Biraz ilerlediğimde bir taşın düzgün doğrusal bir hareket yaparak yukarı doğru aynı düzlemde yükseldiğine tanık oldum. Bu ilk gördüğümden daha ilginçti, çünkü dışarıdan bir kuvvet uygulanmadıkça böyle bir şey olamayacağını biliyorduk. Eski hiyelkarların bile ilk bildiği kanundu bu, ama ilk kez arz cazibesini* formüle döken Sör İsak Nivtondu.

Sonra bir süre oturup taşın hareketini seyrettim. Arz cazibesi kaybolmamıştı ben yerimden kıpırdamıyordum zıpladığımda veya durup dururken, hiçbir kuvvet uygulanmadan. Ama daha detaylı baktığımda anladım ki bizim bildiğimiz kanıtladığımız sevdiğimiz moment kaybolmuştu. Taşın bulunduğu yerde moment yoktu ve taş da bu hareketini Dünya'nın dönüş hareketine tepki olarak yapıyordu. "actio=reactio". Moment alamadığı için sadece düzgün doğrusal hareketle yetiniyordu.

Bu anomalinin başka yerlerde de görülüp görülmeyeceğini bilmiyorum. Görülüyorsa da umrumda değil. Yetkilere falan da bildirmeyeceğim. Eğer böyle bir şey Yerküre'nin tamamında olacak olursa zaten işsizim demektir. Amaaan ne rahat, gideyim evime şarap içip kitap okuyayım o zaman ben de..."

*Arz cazibesi= Yerçekimi anlamına gelmekteymiş. O dönemlerde bu kelimenin kullanılıp kullanılmadığını bilmiyorum ama İbrahim Bey'in bu kelimeyi çok sevdiği belli.

anlatıcının notu: İbrahim Bey bu yazısını sonradan arkadaşlarının israrıyla birkaç dergiye göndermiş fakat yayınlanmayınca diğer yazılarını göndermekten vazgeçmiş. Ben onun elyazısını çözebildikçe diğer yazılarını da paylaşmaya devam edeceğim.