19 Kasım 2012 Pazartesi

karanlık yazı.

"... önümde boş bir kağıt, elimde kalem. yazsam içimin karanlığı akacak kağıdın üstüne, belki de mürekkebe bile gerek kalmayacak, yazsam içimdeki korku, içimdeki nefret, içimdeki fırtına kağıdı önüne katıp kimbilir hangi uzun cümlenin virgülüne götürecek, hangi ünlemde dinecek? "yazsan geçer." derler; yazdım, geçmedi. yine yazsam, bu sefer geçer mi? yoksa bu kağıdın beyazlığına da yazık eder miyim? belki de gerçek olurlar diye korktuğumdan yazmıyorum ya da hiç gerçek olmayacak diye endişe ettiğimden, bilmiyorum. bilsem de açıklayamıyorum. lambayı söndürüyorum..."

Anlatıcının Notu: İbrahim Bey "yazdım" dediği satırları çöpe attığından biz insanlara malum olmadı İbrahim Bey'in karanlık düşleri.

15 Kasım 2012 Perşembe

zamanın göz kırpması

İsteksiz isteksiz garın merdivenlerini çıkıyordu. Midesinde sabahtan beri onu rahatsız eden bir ağrı vardı. Birkaç gündür kimseyle uzun bir sohbete girmemişti. Konu hep aynı yere geliyor, kapatamıyor, unutamıyor, kurtulamıyordu. Sırtındaki çantayı yere bırakıp garın direklerinden birine yaslandı. Bıyıkları sakallarına karışmıştı. İnsanların tanıdığı İbrahim Bey olmaktan çıkmıştı bir süredir. Daha da fenası kendisi de kendini tanımıyordu.

O an bir üşüme hissetti. Uzun süre sonra hissettiği ilk duyguydu. Yalnızlıktan mı, uzaklıktan mı, yoksa kışın gelmesinden mi üşüyordu, bunu bilmiyordu. Önce ağlayacak gibi oldu, gülümsedi tekrardan. Önünde bir tren durdu. Onu aradı gözleri. Orada olmasına imkan yoktu ama işte bir umut, belki o trenden inen insanların arasından çıkardı. Kırmızı paltosunu aradı, siyah saçlarını da. Yoktu. Direğe yaslanıp öbür yöne çevirdi kafasını.

Başını çevirdiği yöndeki rayların üstünden çok hızlı beyaz bir tren geçti, renkler bulanıklaştı, ayağının altındaki taşlar kayar gibi oldu, yanındaki insanları seçemiyordu. Bir boşluktaymışçasına başı dönmeye başladı. İstemdışı elleriyle yüzünü kapadı, gözlerini ovuşturdu ve yeniden açtı. Az önce geçen beyaz tren aynı yönde aynı rayların üzerinden bir kez daha hızla geçti. Baktığı yönde ışıl ışıl bir yapı oluşmuştu. Yüzünde metal parçaları olan bir kız geçti yanından. Elinde ışıklar saçan bir cihaz vardı ve ondan çıkan bir kabloyla kulaklarına bir şey tıkmıştı. Birkaç saniye önce orada olmadığına yemin edebilirdi, ayrıca o elindeki de neydi? Etrafındakileri incelemeye başladı. İnsanlar garipleşmişti. Konuştukları dil garipleşmişti. Ne olduğuna anlam veremezken onu gördü karşısında. Aradığı değildi. Paltosunun yakalarını kaldırmış, üşüyen ellerini cebini sokmuş, düşüncelere dalmış bir adam. Adam gözlüğünü çıkardı gözlerini ovuşturdu tekrar taktı yerine. Sağ elinin baş parmağıyla kulağına dokundu, sonra orta parmağına bastırdı. İbrahim Bey anlam veremediği bir sebepten bu adama takılmıştı.

Kafasında işten kalma sorularla gözlüğünü yeniden gözüne taktığında onu fark etti. Onun yaşlarında, bıyıklı, solgun yüzlü bir adam dikkatle ona bakıyordu. Eski moda giyimiyle bir dizi setinden çıkmış olabileceğini düşündü. Direğe dayanmıştı, doğruldu. Ona doğru bir hamle yapar gibi oldu, korktu. Sonra kafasını başka yöne çevirdi. Ama aklı takılmıştı bir kere. Birkaç saniye sonra tekrar baktı. Aynı adam aynı şekilde bakmaya devam ediyordu. Zaman tünelinden gelmiş gibiydi. Sanki bir şeyler mi söylemek istiyordu ona? Gelecekteki hali miydi? Ama gelecekte neden geçmişteki gibi giyinsin ki? Retroyu anladık da bu kadar değil hem yaşlamıştı da, geçmişten miydi yoksa? Aile büyükleri?, diye düşünürken üşüdüğünü hissetti. Yalnızlıktan mı, uzaklıktan mı, yoksa kışın gelmesinden mi üşüyordu, bunu bilmiyordu. Önce ağlayacak gibi oldu, gülümsedi tekrardan. Ona bakan adamla göz göze geldi bir daha. Sanki düşündüklerini anladı. Sonra önlerinde bir tren durdu. İkisi de yolcuların arasında gözleriyle birisini aradılar. Aslında orada olmadığını bildikleri birisini. Hani belki bir umut çıkar diye. Yok, çıkmadı. Kafasını sağa çevirip "ne yapalım?" dercesine bıyıklı adama baktı. Bıyıklı adamın da yüzünde ilk defa bir ifade belirdi ve gülümsedi. Diğer raylardan beyaz hızlı bir tren geçti. Trene baktı, tekrar döndüğünde adam gitmişti.

İbrahim Bey tren tekrar geçince dengesini kaybedip direğe tutundu. Az önce gördüklerinin hepsi yok olmuştu. Yine alıştığı gardaydı. Midesinde bir bulantı hissetti. Bu yaşadıklarına bir anlam veremedi. Kimdi o siyah paltolu adam? Neden onu görmüştü ve neden onun hissettiklerini hissediyor gibiydi? Ayrıca o cihaz da neydi? Başı dönmeye başladı ve bir anda yere çömelip direğin yanına kusmaya başladı. Etraftan yaşlıca bir teyze yanına yaklaştı. Elini omzuna dayadı ve sordu:

"Mein Herr, geht's Ihnen gut?"

30 Ekim 2012 Salı

sofra.

"U.'nun sokaklarına sonbahar gelmişti. Denize çıkan dar yolların birinden insanlarla selamlaşarak yürüyordu. Saatine baktı, geç kalmıştı, adımlarını hızlandırdı. Sahile indiğinde her zaman yaptığı gibi deniz kokusunu içine çekti. Mutsuz bir dönemden geçmişti. Zaten hayatı mutsuz olduğu zamanlarda geleceğe dair umutlanarak geçerdi. Kafasında umut olarak gördüğü o andaydı, ama ironik olan bunun farkında değildi. Buna rağmen istem dışı olarak deniz kokusunu duyunca bir "ohh" çekti.
Sahildeki meyhaneye geldiğinde saat sekizi onbir geçiyordu. "Onbir dakika, akademik sürenin içinde" diye düşündü, eski hayatından kalma alışkanlıklarına gülümseyerek içeri girdi.
Masada altı kişi vardı, her zamanki altı kişi. Yine donatılmıştı masa: haydari, acılı ezme, patlıcan salatası, kabak kızartma, zeytinyağlı yaprak sarması, deniz börülcesi, topik, gavurdağ salatası, köpoğlu, pilaki, kalamar, paçanga böreği, Arnavut ciğeri ve tabii ki rakı. Hepsinin kokusunu aynı anda ve tek tek alabiliyordu. Birazdan yiyecekleri balıkların taze kokusu da burnuna geliyordu. Gözünü masadakilerden ayırıp arkadaşlarına baktı, hepsi açlıktan ve beklemekten sabırsızlanmıştı artık. Herkese utangaç bir "merhaba" deyip boş sandalyenin karşısındaki boş sandalyeye oturdu.
Rakılar dolduruldu ve kadehler kalktı. Kimse beylik laflar etmeyi sevmezdi. Belli belirsiz "sağlığınıza!" dendi ve kadehler önce masaya vuruldu sonra ilk yudumlar alındı. Çok beklediğin bir şey geldiğinde zamanın nasıl geçtiğini anlamazsın. O gece de öyle oldu. Akıllarda pek bir şey kalmadı, birkaç çocukluktan kalma tebessüm, birkaç kahkaha, olmazsa olmazı hüzün ve gecenin sonuna doğru alkolün de verdiği efkarla akla gelen belli belirsiz anılar.
Gece bitti. Her gecenin sonunda olduğu gibi sallana sallana evine doğru yürümeye başladı. Evinin önüne geldiğinde durmadı, yoluna devam etti. Eve giresi yoktu. Yokuşu tırmandı ve yokuşun sonundaki çıkmaz sokağa girdi. En sevdiği evin en sevdiği kapısına dayandı. Kapıyı tıklattı. İçerden kapıya doğru yaklaşan ayak sesleriyle yüzünde bir gülümseme oluştu."

15 Ekim 2012 Pazartesi

u.'ya dönüş.

"Sabahın ilk ışıklarını U. kentinin ilköğretim okulunun kulesinde gördüğüne yolculuğunun sonuna geldiğini anlamıştı. Masasında duran defterini, kalemini ve mürekkebinin dikkatlice çantasına yerleştirdi. Dün gece deniz tuttuğundan bir kelime bile yazamamıştı. Yolculuk öncesi bir sahil kasabasında ince bıyıklı aşçının çok överek hazırladığı yemeğin buna sebep olduğunu hatırlayınca ince bir küfür savurdu, bu küfür ona iyi gelmişti. Oysa normal zamanlarda denizle arası iyiydi, aralarında bir bağ olduğunu düşünürdü, hatta denize bakmak, deniz havası almak veya ayaklarını deniz duyuna değdirmek onun düşünmesini kolaylaştırıyordu.


Bu düşüncelerle birlikte güverteye çıktığında gemi çoktan tahta iskeleye yanaşmış, yolcu indirmeye başlamıştı. Geminin ve tahta iskelenin gıcırtıları arasında hangi gıcırtının hangisinden geldiğini tahmin etmeye çalışırken kendini U.’nun sahilinde buldu. Kumsalın ona çocukluğunu hatırlatan kokusunu derin bir şekilde içine çekti. Geceden beri bir şey yemediğinden midesi gurulduyordu, karaya çıkmak iyi gelmiş, uyandığından beri ilk defa acıktığını hissetmişti. Aklına kent meydanındaki fırın geldi. Küçükken ordan yediği sabah poğaçalarını hatırladı, acaba aynı lezzette aynı yerde duruyorlar mıydı? Yılların yolların değiştirmiş olabileceğini düşündü, ancak birine sormaktansa çocukluğunun kentinin sokaklarında kaybolmayı tercih edeceğinden sırtladı çantasını ve yürümeye koyuldu."

5 Ekim 2012 Cuma

tanım.

"şarap içmek gibi bir şey. içerken anlamıyorsun, hafiften kafa yapıyor, o an dünya üzerinde tekmişsiniz gibi hissettiriyor, mutlu ediyor. bittiğinde ise buruk bir tat bırakıyor. tadını düşünüp, tekrar içeceğin zamanı dört gözle bekliyorsun. bu!"

12 Temmuz 2012 Perşembe

kelimeleri olmayan bir hikaye.


"... ve kelimeler tükendi, cümleler zaten çok önceden tükenmişti. Ama bu sefer hüzünden, umutsuzluktan değil. Aksine umuttan ve mutluluktan. Ben bu satırların yazarı, ben İbrahim Bey, ben başkalarının hikayelerinin kahramanı, ben yolu seven yola çıkamayan ben artık kendi hikayemin peşinden gidiyorum. O hikayenin sürüklediği yollara çıkmaktan korkmuyorum. Ben ki bir zamanlar hüzünle beslendiğini sanan ben üçbinikiyüzonyedibuçuk santimetreküpe dünyayı sığdırabilecek birini tanıyorum artık, bütün çocukluğum, gençliğim ile birlikte kendimi onda görüyorum. Başkalarının hikayesi bitti! Bu hikaye artık İbrahim Bey'im hikayesi, bu hikaye benim hikayem. Günlerce yağan yağmurun ardından dağılan bulutların ve açan güneşin hikayesi., bulutlara bakmayı seven çocukların hikayesi, gökyüzünü bir kutuya sığdırabilenlerin hikayesi. Kelimelerin gücüne inanılmasına rağmen, kelimeler olmadan da hikaye yazılabileceğini göstermek için yazılacaktır veya aktarılacaktır, çünkü hayat kelimelerle, haritadaki kırmızı çizgilerle ve zamanla sınırlandıralamayacak kadar geniş, alabildiğine geniş. Yazanlarına mutluluk, okuyanına umut vermesi adına okuyucusuna adanmıştır..."

24 Haziran 2012 Pazar

dört günlük bir şey işte.

"... bir anda geri döndü, yeniden çıktı karşıma. Uzun bir zaman olmuştu son gidişinden bu yana. Zaten hiç beklemediğim bir anda çıkacağını biliyordum. Bir sabah vakti uyandığımda, bir işlemin son aşamasında veya birbirini tekrar eden insanlardan oluşan bir toplantının tam ortasında yeniden girebilirdin hayatıma. Yine öyle oldu. Bir sabah hiç beklemediğim bir anda zorla girdin hayatıma, bütün zorluklarınla ve bütün alışmışlıklarımızla. Yine hazırlıksız yakaladın beni, zaten sana hazırlanmak neredeyse imkansız. Bizimkisi böyle çalkantılı bir beraberlik. Öyle bir girdin ki hayatıma, yine her şeyi bırakıp senle ilgilenmek zorunda kaldım, başka hiçbir şeye odaklanamaz oldum, zaten sen de başka bir şey düşünmeme izin vermiyordun. Önceleri yine küfrettim sana, hep yaptığım gibi. Yokmuşsun gibi davranmaya çalıştım, ama bu kısacık sürede hayatımı öyle bir ele geçirdin ki sonrasında her sabah kalktığımda sol yanımda seni arar oldum. Sol yanımda bulamazsam sağ yanımda bulup sevindim. Seninle işe gittik, seninle kahve içtik, seninle serinle diye havuza bile gittik, seni yok sayıp işlerime devam etmeye çalıştım ama sen beni hiç terketmedin. Hep yanımdaydın, hep bir yerlerde beni bekledin, gittin sandığımda bir yanımda hep seni buldum ve ben ne kadar seni sevmediğimi düşünsem de bundan mutlu oldum.  Hatta artık o kadar abarttık ki işi dün bütün gün sadece seninle birlikteydik ve seninle yataktan çıkmadık sabahtan akşama kadar. Kimileri bunu yadırgasa da seninle aramızda tanımlamaların dışında bir aşk oluştu. Sonunda bu sabah kalktığımda yanımda bulamadım seni. Aradım aradım ama yoktun. Gitmiştin bir not bile bırakmadan. Evet başağrım senden bahsediyorum. Beni bir sabah vakti çaresiz bırakıp gittin, eski hayatımla yalnız bırakıp gittin. Umarım bir süre gelmezsin ve ben sana alışmak zorunda kalmam bir süre. Ancak kavuşmamız belki çok sürmeyecek, o zamana kadar hoşça kal..."

16 Haziran 2012 Cumartesi

'şarabın mektubu'

Ah arkadaşım,

Gece yarısına göz kırpan bir saatte uzun zaman sonra içtiğim şarabın sarhoşluğuyla eve dönerken boş sokakta yüzüme vuran yağmurla sulandırılmış rüzgarda geldin aklıma. Aslında sen çok uzun bir zamandır hep aklımın bir yerlerindeydin ama benim bunu anlamam için böyle bir roman sahnesine ihtiyacım vardı. Hayatı o kadar lirik yaşıyoruz ki bazen sevinçlerimiz de hüzünlerimiz de bazı kahramanların gölgesinde kalıyor biz de böylelikle gerçek kahramanları unutuyoruz. Son görüşmemizde bana "Yaz!" demiştin elini havaya yazı yazar gibi savurarak. Havaya yazdığın yazıyı ne yazık ki okuyamadım ama söylediğini ciddiye alıp yazıyorum işte hem de bir türlü gelemeyen yaza rağmen yazıyorum.
Sen gittikten sonra iyi şeyler de olmadı değil. Zaten senin gidişinin üstüne biz ölümlülere artık biraz da iyi şeyler olması gerekiyordu. Sen gittikten sonra ben gökyüzüne bakmayı öğrendim, bulutları saymayı ve onların da bir hikayesi olabileceğini öğrendim. Hayat zor geldiğinde bulutlara bakıp gülmeye başladım. Bu şehirde gökyüzünde o kadar çok bulut var ki, bir zamanlar bana hayal kırıklığı olarak gelen şeyler şimdi umut kaynağı inanabiliyor musun? Bizim arkadaşlar senin bildiğin bir semtte, bildiğin bir sokakta bilmediğin bir adreste. Ama bilsen sen de çok seversin, nasıl? A biliyor musun? Bildiğini de biliyorum aslında ben. Okul mu? Okul bitmedi hala arkadaşım. Ama bitecek, bir hayali gerçekleştirmeme az kaldı, aramızdan birisi mühendis olacak galiba. Şiir yazmaya çalışıyorum yeniden. Düz yazıya alışmam şiir yazmamı zorlaştırıyor. Düz rakıya alıştım belki ondandır. Ama en son sen teklif etmiştin şarap içmeyi, işte o zamandan beri ilk defa şarap içtim bu gece, teklifini şimdi değerlendirdim yani senin anlayacağın. Hem belki şarapla şiirin, düz yazıyla rakının bir ilgisi vardır, bakarsın bir sonraki mektubumda bir şiir iliştiriveririm.
Bir mektubu daha rüzgara bırakmadan önce gittiğin yerlere selam gönderiyorum, merak etme burada her şey kontrolümüz altında. Yerin de her zaman, her masada hazır.

Hürmetle,
İbrahim

5 Haziran 2012 Salı

yeniden yola çıkış


Tren gecenin karanlığında şehrin deniz kenarındaki batı garından gürültüyle hareket etti. Ülkesini, sokağını, evini, arkadaşlarını bir kez daha bırakırken bu sefer yolculamaya kimsenin gelmesini istememişti İbrahim Bey. Rahat hissetmiyordu kendini veda ederken. Kelimelerini doğru seçemez, gözlerini insanların gözlerinden kaçırırdı. Üzüldüğünden değil de, onlara ayrılırken önemli sözler söyleyip hepsini tüketmekten korkardı. Lokantanın çıkışında validesine sarılıp "Hadi siz burdan eve dönün gerisini ben hallederim" demişti, babası ile validesi gönülsüzce onun bu isteğini kabul etmişlerdi. Eskisinden farklı olarak bu sefer daha güçlü ve daha umutlu olarak çıkıyordu yola. Renk gelmişti dünyasına, bu onun uzun zamandır alışık olmadığı bir değişiklikti.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

yeni günün sabahını karşılarken

Bir oda, içinde saat sesi. Yatakta üstü açılmış, saçı başı dağılmış halde yatan İbrahim Bey. Mevsim bahara dönmek üzere olduğundan hava alışılmıştan erken aydınlanmaya başlıyor. Huzursuz bir suratla İbrahim Bey yatakta doğruluyor, saati kendine doğru çevirip, bakıyor: 05:23. 

Güneşli bir deniz kenarında karpuz kokuları içinde Suadiye sahilinde uzanıyor. Yanında genç bir kadın. Henüz onu tanımıyor, ama bakışlarından birkaç dakika sonra tanışacağını anlıyor. Hasır şapkasını yüzünün üzerinden alıp başına takıp, doğruluyor havlusunun üzerinde. Genç kadına dönüyor ve gülümseyerek aklından ilk geçen cümleyi söylüyor: "Karpuz çok güzel koktu." Genç kadın şaşırıyor önce, sonra İbrahim Bey'e dönüp "Şu sıcakta iyi gidiyor, bakmıyorlarken iki tane yürütsek mi?" Kötü açılış cümlesinin iyi karşılık alması hoşuna gidiyor ve oturur pozisyona geçiyor.

"Şu projeyi teslim edemedik bi türlü" diye düşünerek uyanıyor. "Şimdi birazdan kalkıp ona başlasam, işe gitmeme kaç saat varmış?". Saati kendine doğru çevirip bakıyor: 05:27. Tekrar yatıyor.

Karpuzdan bir ısırık alıyor, kolundan bileğine doğru akıyor suyu. Bu esnada onu seyreden genç kadın gülümseyerek çantasından mendilini çıkarıp İbrahim Bey'e uzatıyor. "Buraya sık gelir misin?" "Ara sıra arkadaşlarla kaçarız, ilerde ara sokaklardan birinde arkadaşın annesinin işlettiği ufak bir pansiyon var, orada kalırız. Peki sen?" "Ben Üsküdar'da oturuyorum, günübirlikçiyim anlayacağın, birkaç saate kaçarım. Karpuzun üstüne deniz iyi gelir, ne dersin? "Hadi!"

"Şimdi bu dönem iki sınava girsem, sonra şu tezle projeyi versem, sonra yabancılar bürosunda gösterecek bir şeylerim olur, ama tez de bitecek mi o zamana kadar?" Ter içinde doğruluyor yatağında. Saat sesi. Hem sessiz bırakmayan hem de yalnız olduğunu hatırlatan saat sesi odanın içinde. Bakıyor: 05:31.

Denizden çıktığında İbrahim Bey her zaman yaptığı gibi ayağında en az kum tanesi kalmasına çabalayarak yürüyor  ve genç kadınla birlikte oturdukları yere gidiyorlar. İbrahim Bey, önce kadının havlusunu tutuyor ve havluya sarılmasına yardım ediyor. "Çok gereksiz naziksiniz efendim" "Öyle görmüşüz efendim" Havlulara sarılıp oturuyorlar. "Sen nerede oturuyorsun?" "Emirgan'da, kişisel sorulara mı geçtik, o zaman ben de bir tane sorayım: Ne iş yaparsın?" İbrahim Bey nereye gideceğini bildiğinden rahatsız olduğu bu soruyu biraz duraksayarak cevaplıyor: "Öğrenciyim halen, mühendislik okuyorum. Sen?" "Ben, nası desem, ressamım Akademi'deyim, sen Teknik Üniversite'de misin?" İşte o noktaya geldik, diye geçiriyor içinden. "Yok, Almanya'da okuyorum, Aachen şehrinde." Kadının kaşları kalkıyor. "İlginç, yüzünün halinden anladığım kadarıyla sorunlu bir okul hayatın var."

"Bu dönem o iki sınava girmesem de projeyle teze mi yoğunlaşsam?" Saati arıyor gözleri, bulunca daha uyanmasına çok vardır sevinciyle bakıyor: 05:36. 

"Çok değil aslında, ama biraz karmaşık." "Olsun, boşver okulu, tatildesin şimdi. Hem de en güzel eylül güneşinin altında, tadını çıkar!" diyip uzanıyor genç kadın. Tamam, bu da buraya kadarmış, diye düşünüyor İbrahim Bey. O da uzanıyor. Denize, güneşe dalıyor. Çoktandır böyle bir deniz kıyısında böyle bir denize bakmadığını hatırlıyor. Yağmurlu yaz sabahları yerine güneşi kemiklerinde hissettiği bir eylül öğleden sonrası. Hava yağmura dönse bile kibar bir yağmur, nazik nazik yüzünü okşayan bir yağmur, deli bir yağmur değil. Bunları düşünürken karnında bir ağırlık hissediyor. Genç kadın ayakta gülerek İbrahim Bey'e bakıyor. "Daldın gittin, ben de kağıt helva iyi gelir diye düşündüm." İbrahim Bey gülümseyerek doğruluyor, tam teşekkür edecekken genç kadın "Sana ne diyeceğim, arkadaşlarım falan dedim ama ben onların yanında biraz sıkılıyorum. Akşam toplu bir yemek var. Şehirden de birkaç arkadaş gelecek. Samimiyetsiz konular, neyse. Eğer şehre erken dönmen gerekmiyorsa, sen de gelir mis..."

Zrrrrrrr. Saat 06.30'u vuruyor. İbrahim Bey kafasındakileri atıp sonunda uyumanın ve alarmla uyanmanın rahatsızlığıyla saatin üstüne vuruyor. Saat susuyor. Bir on dakika daha uyuyayım, hem en azından adını öğrenirim, bir de belki yemeğe katılırım diye düşünüp saati on dakika sonrasına kurup tekrar yatıyor. 

Virajlara girdikçe sallanan bir otobüste Almanya yolunda ilerliyorlar. Otobüste tanıdığı kimse yok. Aslında otobüs de denemez, midibüs gibi bir şey. Bir anda muavin kapıları kitliyor. Gelip yanında oturan adamın üstüne sıcak çayı döküyor. Adam çığlık çığlığa, muavin gülüyor, şöfor arkasını dönüyor o da gülüyor. İlerde bir kadına tokat atıyor muavin. Bir diğerinin de üstündeki ceketi tutuşturuyor. Şöfor arkasını dönüp hırlayarak kusuyor midibüsün içine. İkisi de gülüyor, çanlar çalıyor. Yanındaki adam İbrahim Bey'e "bir şeyler yapmalıyız der gibi bakıyor. Bunu gören muavin cebinden tabancasını çıkarıp adamı alnın ortasından vuruyor. Bu esnada bir kadının boynundaki zinciri sıkıyor. İbrahim Bey'in de sırtına kırbaçla vuruyor. İbrahim Bey son kuvvetiyle şöforun üzerine atlıyor ve midibüs uçurumdan aşağıya yuvarlanmaya başlıyor.

Zrrrrrrr. İbrahim Bey yatakta hızla doğruluyor. Bakıyor etrafına, odasında. Saat sesi yerinde. İstanbul uzakta, kabus gerçek değilmiş, yaşanmamış. Elleri titriyor. Baş ucundaki suyun tamamını içip yataktan çıkıyor. Karmaşık duygular içinde havlusunu alıp ortak kullanılan duşa gidiyor, yeni güne hazırlanmak için.

20 Mart 2012 Salı

'bilinçaltım'daki kulübede bir gece'

Ah arkadaşım,

Sana bu mektubu Bilinçaltım'dan yazıyorum. Uzun zamandır uğramamıştım buralara. Halbuki bir ara seninle ne kadar çok gelirdik ve ne uzun kalırdık. En son buraya geldiğimin ikinci senesinde kısa bir süreliğine gelmiştim, hatta benden birkaç ay sonra da senin geldiğini duymuştum da sevinmiştim, paylaşacak bir şeyimiz daha oldu diye.
Uzun ve yorucu bir yolculuğun sonunda gelebildim, dağların tepesindeki o tanıdık göl kıyısına. Bu sefer yalnız gelmiştim. Zaten eskiden bıraktığım gibi bulamayacağımdan korktuğumdan da yanımda kimseyi getiremezdim bu sefer. Gerçekten de son aklımda kalandan biraz daha dağınık, biraz daha -ne yalan söyleyeyim- pis buldum. Tahta duvarları hep nemden şişmiş, yer yer de küf kaplamış. Duvarlardan birini sarmaşık sarmış, hatta camlardan kısmen evin içine bile girmeyi başarmış. Hele doğramalar desen, hepsi dökülmüş. Camlardan birini kırmışlar, içeriye girmiş olabilirler, ama bilirsin zorla içeri giren aradığını bulamaz hiçbir zaman, o yüzden içerde belli bir kayıp yoktu. Bahçeyi ayrık otları sarmış. Ama gül ağacı hala yaşıyor biliyor musun, baharla birlikte tomurcuklar açmaya başlamış, belki birkaç aya yeniden her renkten gül vermeye başlar, ama şimdi sadece kışın yorgunluğunu görüyorsun üzerinde. Göl kıyısında oturup da göldeki balıklara yem attığımız banklar duruyor hala. Eve girmeden önce gittim biraz oturdum, tertemiz havayı çektim içime, iyi geldi evin halini görmeden önce.
Her zamanki gibi kapıyı azcık zorlayarak içeri girdim. Örümcek ağları sarmış her yeri. Uzun süre uğranılmamış bir yerin hüznü vardı her yerde, ilk gözüme çarpan bu oldu. Her zaman olduğu gibi yanıma eşya almadan gelmiştim, çok kalmayacağım umuduyla. Ama bakıma ihtiyacı olduğu açıktı, o yüzden bu sefer çok kalmasam bile bu aralar biraz daha sık buralara uğramam gerektiğini anladım. Sonra girişte soldaki odaya girdim. Girer girmez içimi bir hüzün kapladı. Duvarlarda çok eskide bıraktığım renkler ve fotoğraflar asılı kalmıştı. O kadar unutmuşum ki o odada bıraktıklarımı. Hep eski notlar, eski şiirler, eski şarkılar. Bugünlerde ihtiyacım olan ama bana hiç uğramayan İlham o odada taslaklarımla birlikte oturuyordu. Gittim kafasını sevdim yaşlı kedinin. Bir zamanlar insan fotoğrafları biriktirirdim hatırlar mısın, onlardan bazılarını buldum orada, tozlu rafların arasında. Ne zamandır unutmuşum ama hiçbir yere de kaybolmamışlar. O odada o küf kokusu içinde yaklaşık bir saat kaldım. Birçok duyguyu iç içe yaşadım, hayal kırıklığı, heyecan, pişmanlık, şefkat, nefret ve sevgi. Yormadı.
Sonra çıktım o odadan. Karşıdaki odanın kapısı kitliydi. Anahtarını arandım bir vakit, bulamadım. Biraz zorladım kapıyı, baktım "bana mısın?" demiyor ben de bıraktım, zaten kapı eski duruyordu daha da zarar vermek istemedim. Ondan vazgeçince yanındaki odaya girdim. O odaya girdiğim anda boynumda, karnımda ve hatta kalbimde bir ağrı başladı. Ağrı sürekli yer değiştiriyordu. Önce odadaki bir şeye karşı alerjik bir reaksiyon olduğunu düşündüm. Ancak zamanla anladım ki bu tarif edemediğim şey bir duygu olabilirdi. Adını koyamadığım bir duygu. Oturdum masanın yanındaki tahta sandalyeye. Seninle oradaki oturmalarımız geldi aklıma. Duvarlarda senin çektiğim fotoğraflar asılıydı, aralarında da senin fotoğrafların. Senin ve diğer birkaç kişinin... Fark ettim ki, uzun zamandır bakmamışım o fotoğraflara ya da böyle içten bakmamışım. O ağrı biraz daha arttı. Sandalyede doğruldum, sandalye gıcırdadı. Dışardan bir kumru sesi geldi: gu-guuuuk-guk... gu-guuk-guk. O ses alay etti benle, o resimlerdeki bir daha göremeyeğimi düşündüm ve ben de sonunda koyverdim işte kendimi o an o tahta masanın yanında. Karardı ortalık, renkler değişti. O odada ne kadar kaldım, bilmiyorum. Sonra bir anda dışarı çıktım, cebimden kibriti çıkardım. Evi yakmak geçti içimden, hatta bütün ormanı yakmak. Ama yapamadım, bu şekilde bir yere varamayacağımı düşündüm. Gölün kenarına gittim, yüzümü yıkadım, kuyudan bir yudum su içtim ve tekrardan içeri girdim. Geceyi geçirecek bir yer yaptım kendime ve uyudum.
Bu sabah Aachen'a geri dönmem gerekiyor. Ama kendi kendime bir karar aldım. Buraya daha fazla uğrayıp, son girdiğim odadan başlayarak tamamını derleyip toparlayacağım. Sırayla ve yavaş yavaş, tek başıma veya birkaç kişi yardımıyla odadan odaya temizleyeceğim, çünkü burayı böyle bırakmamak gerekiyor, sonuçta yıllarımız burada geçti ve daha birçok yıl daha geçirmeyi planlıyorum. Bundan sonra daha sık giderim arkadaşım ve sana da her gittiğimde yeni mektuplar yazar, yaptıklarımı anlatırım. Sen burayı göremesen de, yazdıklarımdan kafanda güzel bir resmini yapacağından eminim.

Hürmetle,
İbrahim

13 Mart 2012 Salı

yaşanmamış hikayeler yazmak.

"İlk defa yaşamadığım bir şeyin hikayesini yazacağım. Bu yüzden heyecanlıyım. Daha önce hikayeler yazmıştım. Ama bunlar ya yaşadıklarımdan, ya okuduklarımdan ya da başkalarından esinlendiğim hikayelerdi. Yani kısacası başkalarının hikayelerini okudum, yazdım durdum. Bir sabah uyandığımda -kuş cıvıltıları içinde baharı müjdeleyen güneşli bir sabahtı- bu eksikliğin farkında vardım. Ben kendi hikayemi yazmamıştım henüz. Oturup kahramanlarını, mekanını, zamanını ve olay örgüsünü hiçbir yerden esinlenmeyerek seçeceğim bir hikayem olmadı benim. Hep bir yere bağımlı, hep birilerine özenti. Bunun böyle gitmeyeceğine karar vererek başladım hikayemi yazmaya.
Hikayemin baş kahramanı bir öğrenci, benden uzun yıllar önce yine bu kentte yaşıyor. Yok olmadı. Çıkamıyorum, kalıplarımın dışına. Oldu olacak bir de mühendislik okusun bari. Başka bir kahraman bulmalıyım. Mesela kadın olsa? Sanki kadınları çok iyi anlıyormuşum gibi bir de kadın seçtim karakteri. Gel de çık bakalım işin içinden şimdi.
Mekan. Hikayem bir sahil kasabasında geçmeli. Güneşin sıcağını bir tokat gibi savurduğu gıcırdayan, tuzdan beyazlamış bir tahta iskelede başlamalı hikaye. İskeleye bağlı, denizin üstünde bir kayıkta pinekleyen bir adamın gördüğü rüya hikayemin girişinde anlatılmalı. Bu adam o esnada terk etmek zorunda kaldığı uzak bir kentin hayalini kurmakta. Yok, yine girdin aynı yola! İşin kolayına kaçma İbrahim. Bu hikayede yeni bir şeyler olacak!
O zaman aynı sahil kasabasında yaşayan bir kız olsun, hikayenin baş kahramanının henüz tanımadığı. Tanımasa bile yüzü sanki ona daha önceden gördüğü birilerini anımsatmış olsun ilk gördüğünde. Renkli gözlerinde daha önceden bildiği bir bakış, ama hiç tanımadığı duygular olsun. Bu hikayede az önce kafanda canlandırdığın tahta iskemle kadar sağlam bir aşk hikayesi olsun.
Hah sanırım hikayene nerden başlayacağını buldun İbrahim! Kendini katmadan hikaye yazmak ne zormuş, ben bıraktım, siz alın!"

29 Şubat 2012 Çarşamba

bir yirmidokuz şubat yazısı

Takvimsel kışın son günüydü, hava da bunu anlatmak istercesine bahara göz kırpan bir sıcaklıktaydı, hatta ara sıra güneş kendisini gösteriyordu. İbrahim Bey sırtında çantası burnunu çeke çeke arnavut kaldırımlı sokaktan geçti. "Bir yirmidokuz şubat yazısı yazmak lazım" diye geçirdi içinden. Bir yandan da üzerinde bir halsizlik, hasta olmanın arifesindeymiş gibi bir his vardı. Oysa buna hiç gerek yoktu, önünde çok sıkışık bir program ve yapması gereken çok iş vardı. "Olmam ben hasta, masta efendi!" diye kendi kendini ikna etmeye çalıştı.
Uzaktan bir arkadaşını gördü, el etti yürümeye devam etti. İnsanlarla hoş-beş edecek gücü kendinde hissetmiyordu. Yürüdükçe önündeki yol uzuyor sanki evine bir adım daha uzaklaşıyordu. Bir ara aklından "dursam, otursam mı?" diye geçirdi. Sonra kendine kendine kızdı. "Yalnızlıktan iyice saçmaladın İbrahim, şımaracak kimse olmayınca kendine şımarıyorsun."
Sokaktan evinin bulunduğu avluya girdi ve dört katı sürünerek çıktı çatı katındaki odasına. Girer girmez yatağa uzandı. Tam uyuyacaktı ki, açtı gözlerini ve toparlanıp bir sıcak duş aldı. Duştan sonra biraz daha iyiydi. Önüne günlüğünün yeni bir sayfasını açtı ve yazmaya başladı:
"bugün yirmidokuz şubat. ne önemi var bilmiyorum, takvimsel bir olay. düşünüyorum ama bulamıyorum. zaten üç gecedir giriyorum yatağa, dönüyorum dönüyorum uyuyamıyorum. hasta olmaya teşne bir halim var. anlamıyorum, bir gün fazla yaşayınca bir gün daha mı az yaşlanıcaz. aslında yirmidokuz şubat sadece insana dört yıl daha yaşlandığının hatırlatılmasıdır ve benim bu şehirde geçirdiğim ikinci yirmidokuz şubat, e matematiği sana bırakıyorum ibrahim!"

Aslında yazdığı kadar da kötümser değildi. Yazılarında bu havaya girmesini nedendir çözemiyordu bir süredir. İçten içe baharın yaklaştığını, doğanın uyanmaya başladığını hissediyordu. Yirmidokuz şubat bir yandan da baharın müjdecisiydi, hava bile daha geç kararmaya başlamıştı. Bu bahar sanki ötekilerinden daha iyi geçecekti. Peki bu baharın yanında getireceği sürprizlere İbrahim Bey hazır mıydı? İşte bunu o esnada kimse bilmiyordu.

21 Şubat 2012 Salı

formülize edilmiş bir yazı

Karanlık parkın içinden geçerken kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Tane tane yıldızlar gözüküyordu. Ağzından çıkan buhara baktı, uzun zamandır sigara içmediğini hatırladı. Cebinde ıslanmaktan kurtulmuş son sigarasını buldu, çakmağıyla yaktı. Bir nefes çekip "güzel, bir süre yağış olmaz" diye düşündü.

İbrahim Bey yine birkaç gün evde kaldıktan sonra yalnız başına yürüyüşe çıkmıştı. Hareketli karnaval günlerinin ardından şehir durulmuş, sokaklarda kırılmış şampanya şişeleri, yapış yapış alkol ve şeker artıkları, ezilmiş çikolatalarla birlikte geriye derin bir sessizlik kalmıştı. Kendini eve kapatmış olan İbrahim Bey de bu sessizliği fırsat bilip dışarı çıkmıştı. "Yazılan yazının uzunluğu, çıkılan yalnız yürüyüşün süresi ile doğru orantılıdır." diye düşündü. Bu aralar yazı yazamamasına, eskisi gibi kağıtları dolduramamasına takmıştı. "Bunu ampirik bir formül olarak görürsek başına bir de denklemin eğimini belirleyecek bir faktör getirmemiz gerekir." Sessizliği gölden bir ördeğin çığlığı bozdu. "Gaağğk gak! Be hayvan ödümü kopardın." İbrahim Bey ördeğe bağırdı. "Bu k-faktörü ise duygusal yoğunluktan, havanın sıcaklığından, mevsimden, yaklaşan sınavların sayısından bağımlı bir faktördür. Deneysel araştırmaların sonucuna göre duygusal yoğunluk artarsa yazı yazma isteği bir noktaya kadar artıyor, ancak bir noktadan sonra stabilize oluyor. Belli bir değerin altında ise terse etki yapıyor, yani negatif. Buldum, ln-fonksiyonu gibi. Havanın sıcaklığı ile kesinlikle doğru orantılı. Hava soğukken hiç bişey yapasın gelmiyor, aynı şekilde mevsim baharken çok şey yazıyor insan, yazın biraz tembellik gelse de yine de bir şeyler çıkıyor. Optimal sıcaklık 15 ile 20 derece arası. Not edelim! Sınavlar ve sorumluluklar yaklaştıkça insan onlardan kaçıp abuk subuk şeyler yapmak istiyor ve yürüyüşe çıkıyor. Böylelikle formulün içinde yürüyüş süresi bir kez daha karşımıza çıkıyor." Önündeki karaltılardan bir çocuk sesi geldi. İbrahim Bey yaklaşık yirmi metre önünde yürüyen aileyi fark etti. Adımlarını onların adımlarına uydurmaya çalıştı. Parkın ortasında kendi kendine konuşarak yürüyordu, kendini susturamayacağını bildiğinden öndekileri rahatsız etmek istemedi. "Yazdığın yazının güzelliği, yok güzellik ne demek, bana doygunluk verme derecesi ise çıkan yürüyüşün süresiyle ilk başta doğru orantılı, ancak bir süre sonra da ters orantılı. Yani belli mesafeden uzun yürüyüşler sonunda bayık bayık yazılara sebep oluyor. O zaman bu formülün sonuna da bir dönme noktası getirmemiz gerekiyor. O zaman da polinom en az üçüncü dereceye çıkıyor. Kağıt, kalem gerek bana Alfred!"

İbrahim Bey bir anda boş parkta kendi sesinin yankısından irkildi. Öndeki aile dönüp ona bakmıştı. Üşüdüğünü ve eve dönme zamanının geldiğini anladı, bu esnada da bulduğu formülü deneysel bir biçimde kanıtlamış olmuştu, uzun yürüyüşler ve uzun yalnız kalışlar saçmalamalara neden olabiliyordu.

10 Şubat 2012 Cuma

'yazamamayı yazmak'

Ah arkadaşım,

Yazı yazamıyorum. Yine bilindik boşluklarda, daha önceden çıkılmış sürgünlerde kayboluyorum. Şehrimden ve insanlardan uzaklaşıyorum ve bunu bu sefer istemediğim halde yapıyorum. Sana senin hikayeni yazacağımı söylediğimde ben de umutlanmıştım, yeniden kaleme geri dönerim diye. Şimdilerde sadece çizim yapmak için kullanıyorum kalemlerimi. Ardı ardına iki kelime gelse gözüme batıyor ve yırtıyorum sayfaları. Bu sessizliğin sonunda ya içime sinen bir hikaye çıkacak ya da ben iyice gömüleceğim sessizliğimin içine. Daha önceleri beni bu sessizlikten senin yazı yazmanın basitliğini ve her zaman yapılabilirliğini anlattığın sözlerin çıkarırdı, şimdi bana o sözlerden birkaç tane gerek. Eski mektuplarını karıştırsam bulur muyum diye düşünüyorum ama bulacağım başka şeylerden korktuğumdan bunu da yapamıyorum.
Bu bir kısır döngü ah arkadaşım. Aklım yazı yazmak istese de, yüreğim ya da artık neremle yazıyorsam beni yarı yolda bırakıyor ve sonunda zorlama cümlelere kalıyorum ve böyle anca yazamamayı yazıyorum. Üstelik bir de dişim ağrıyor son birkaç gündür. Baksana konu yine nerelere geldi. Şu mektubu bile yırtmak istiyorum, ama o zaman kendime verdiğim sözlerden de vazgeçerim diye rüzgara bırakıyorum. Ama sen bana bir kıvılcım gönder ki hikayelere başlayabileyim ya da bana bir giriş bölümü ver ki ben devamını getirebileyim.

Bu şehirden ve bu zamandan hürmetle!

İbrahim

20 Ocak 2012 Cuma

üşüyen bir kış yazısı

Güneşin sadece aydınlatıcı görevi gördüğü soğuk parkta tek başına yürüyordu İbrahim Bey. Az önce dinen yağmur eskimiş paltosundan kıyafetlerine ve sonunda vücuduna ulaşmayı başarmıştı. Ayakkabıları da su geçirmesine rağmen eve girmeden önce her zaman oturduğu banka oturmak istedi. Bank ıslaktı, aldırmadı. Ceplerini yokladı, cebinden kahverengi defterini çıkardı. Kurşun kalemiyle defterine bir şeyler karalayacaktı. Aklında bir şarkı, çok eskiden dinlediği bir şarkı. Yeniden diline takılmıştı:
"İnliyorum derinden bana bilmem ne oldu"

Şimdi yazmaya başlasa o şarkının sözlerinden başkasını yazamazdı heralde. Biraz etrafına bakındı. Tam o esnada bisikletli bir kız geçti önünden. İbrahim Bey'in gözü kızın rüzgarda hareket eden saçına takıldı, kız bunun farkına varmadı. İbrahim Bey kafasında içinde o kız geçen bir hikaye yazdı, gülümsedi. O şimdi yalnız ayaküstü uydurulmuş hikayelerin kahramanıydı, kendi hikayesini yaşamayı bırakın, yazacak gücü bile bulamıyordu kendinde.

Bir anda bir ürperti hissetti. Daha fazla üşümemesi gerektiğini anladı. Kalktı banktan, kışın fazla uzun durulmuyordu dışarda. Defteri yine boş kalmıştı. Bu yazı da, İbrahim Bey'in bankta oturması kadar kısa süren bir yazı oldu böylelikle.

15 Ocak 2012 Pazar

bir mektubun hikayesi.

"Kafamdaki sesleri susturamıyorum. Her bir taraftan farklı biri konuşuyor gibi. Mutlu yerlerime giden yolu bulamıyorum, her yol aynı karanlığa çıkıyor. Kafamı bir yana çevirsem bir fotoğraf, siyah-beyaz da değil, sararmış. Öbür yana çevirsem okunmayı ve yazılmayı bekleyen sayfalarca not. Önüme baksam hatırlamak istemediğimi bildiğim can sıkıcı ayrıntılar.

Kafamın içimdeki sesleri susturamıyorum. Sessizliğime kavuşamıyorum. Farkındayım, hatta biliyorum bir yerlerde ay doğuyor. Bir şehrin üstünü sessizce aydınlatıyor. Her zaman bahsedilen dolunay da değil, tam yarım arası bir ay. Geceye can veriyor. Sonra görüyorum onu. Boş sokakta yalnız başına yürüyor, fotoğraftaki. Sokak bu sefer renkli, sararmamış. Yüzüne restoranın tabelasından ışıklar vuruyor. Kırmızı, yeşil değişiyor renkleri. Restoranın tabelasına bakıyor, ufak bir detaya gözü takılıyor. Bir yazım hatası: “Kahve falınada bakıyoruz.” Gülümsüyor. Sonra yürümeye devam ediyor. Nehrin kıyısında uzun bir yolda ilerliyor. Kafasında eski bir aşk. Zaten yalnız sokaklar, yalnız odalar ya eski aşklar içindir ya da eski arkadaşlar. Çok başka bir sevgiydi onlarınki. Gençtik, diye düşünüyor. Birbirimizde tanıdık biz aşık olmayı, bir kadın bir erkeği, bir erkek bir kadını nasıl tanırsa biz de öyle tanıdık birbirimizi ve aşk sandık bunları. Heyecanlı bir ilişkiydi ama yine de, güzel günlerdi. Ardından üç-dört şiir yazdırdı bana. Onları da İbrahim’e yollamıştım, ah İbrahim ne kadar uzaklara gittin be sen de!, diye sürdürüyor dalgın adam düşüncelerini. Dediğim gibi eski aşklar ve eski arkadaşlar.

Sakallı bir adam yaklaşıyor yanına, sigara istiyor. “Veririm ama bir şartla” diyor dalgın adam. “Beraber içeceğiz bir tane”. Kabul ediyor sakallı adam. Nehrin kıyısında bir banka yöneliyorlar. Dalgın adam, yani fotoğraftaki, bankta oturmak istemiyor bu ayın aydınlattığı güzel yaz gecesinde gidiyor nehrin kıyısındaki çimenlere, sakallı da takip ediyor onu.
“Buradan değilsindir beyim?” diye soruyor sakallı.
“Yok” diyor, “iş için geldim, akşam boşluk oldu biraz şehri göreyim istedim.”
“Akşamları görülcek pek bir şey yoktur bizim buralarda, şu ilerde demiryollarının lokali var oraya bir bak istersen, canlı müzik olur”
“Sağol, zaten ordan geliyorum. Çok gürültülü orası, hem herkes dans ediyor, yorgunum burası daha sakin daha güzel, hem bir şehrin sokaklarında kaybolmazsan o şehri tanıyamazmışsın derler, tanımaya çalışıyorum ben de. Sen buralısın heralde?”
“He, öyleyimdir. Sen nerden gelirsin beyim? Ankara mı? İstanbul mu?”
“Buralara başkası gelmez mi? Hangisini yakıştırdın sen bana?”
“Konuşmandan İstanbullu gibi durursun beyim, ama Demiryolları diyorsan Ankara da olabilir, hiç bilemem ki ben.”
“Doğru bildin, İstanbulluyum. Demiryolları iş icabı bakma sen. Yoruldum, sıkıldım ondan da, belki bırakırım. Okulu yeni bitirdim ama bu işler bana göre değil. Aslında bir roman yazmak istiyorum. İş sadece para kazanmak için ya da –ne bileyim- böyle gezip görmek için de diyebilirsin.”,
“He beyim, güzelmiş. Ben müsadeni isteyeyim. Hanım bekler. Haydin kal sağlıcakla! Birazdan esmeye başlar, çok durma buralarda...”

Vedasını ettikten sonra sigarasını söndürüp yola devam ediyor dalgın adam. Sakallı adamın ismini sormadığını fark ediyor. Kafasında ona bir isim yakıştırıyor: Halim. Rahatlıyor. Böylelikle bu şehri de Halim’le hatırlayacaktır.

Kaldığı konuk evine vardığında, Halim’e bir hikaye yazıyor, belki bir gün tasarladığı romanına ekler diye. Sabahtan beri kendini yorgun hissetmesine rağmen, uykusu bir türlü gelmiyor. O yüzden bir mektup da uzaklardaki arkadaşına yazıyor. Hatta Halim’in hikayesinin bir kopyasını da onun sonuna ekleyip ertesi gün postaya atıyor. Üzerinde uçak çizimli bir pul olan bu mektup birkaç hafta sonra da masama ulaşıyor.

Sesler biraz daha azaldı sanki. Tekrar bakıyorum “Sevgili arkadaşım İbrahim,” diye başlayan mektuba. Sesler artıyor. Mektubu alıp çekmecenin dibine atıyorum. Gaz lambasını söndereceğim birazdan, bu akşamlık bu kadar melankoli hepimize yeter. Hayırlı rüyalar!"

12 Ocak 2012 Perşembe

'rüzgara bırakılan mektuplar'

Ah arkadaşım,

Şimdi seninle oturup konuşabilsek, ben yine bir tren garının soğukluğunda geceler boyunca evim olacak kompartımanıma eşyalarımı bıraktıktan sonra son bir sigara içip şehrimin Aralık soğuğunu duymak için perona çıksam, sen de bana heyecanla yazacağın son öykünün taslağını anlatsan. Evet, seni dikkatle dinlemeye çalışırdım ama aklımda yolculuk ve şehrimi bırakıyor olmanın hüznüyle dediklerine bir türlü odaklanamazdım. En sonunda da sana derdim ki, ne kadar alışmış gibi görünsek de, rüzgara karşı sert dursak da her gitmek yeni bir yara açıyor üzerimde. Gitmek, yola çıkmak değil de zor olan yalnız kalmak, burda kalabalığız iç içeyiz, orda da kalabalığız ama farklı yönlere bakıyoruz, diye devam ederdim. Bu hep böyle olurdu. Sen de her zamanki iyi niyetinle yalnızlığı överdin, gitmenin yola çıkmanın heyecanının da kendine has özelliğinden dem vururdun ve ben yine yalnızlığı ve gitmeyi neden bu kadar sevdiğinden hiç kuşkulanmazdım, gülerek dinler, umutlanmaya çalışırdım, hatta bazen beni anlamadığını bile düşünürdüm. Ama artık anlıyorum. Artık bu hikaye yalnızca benim hikayem değil. Bu noktadan sonra sırf sana değil seni de yazmak düşer bana, işte bundan sonra anlatacağım senin hikayendir. O esen rüzgara karşı sert durmak için rüzgara bırakıyorum sana yazacağım mektuplarımı. Rüzgara mektup mu bırakılırmış, o ne saçma iş dersin bilirim ama bizim buralarda ne ufuk çizgisinde gemileri arayabileceğimiz bir deniz, ne de gürül gürül akan bir ırmak bulunur. Bizde yalnız kuru kuru esen rüzgar var. İşte bu yüzden o rüzgarın her güçlü esişinde bir mektup katacağım önüne, çünkü yazı kalır, mektuplar tarihin tanığıdır. Zaman belki o zaman ileri doğru akmaktan vazgeçer, durur, hatta geriye doğru akar. Daha önce de dediğimiz gibi bütün hikayeler bir yolculukla başlıyorsa, senin hikayen de bir yolculukta başlamalı ama bu sefer alıştığımız gibi yollarda değil zamanda bir yolculuk. Belki bir gün biri bu mektupları bulur ve biz tekrardan yaşarız bütün o anları, belki...

Aachen'dan ve bugünden hürmetle,
İbrahim