13 Ocak 2011 Perşembe

bir şehrin hikayesi


Cama ince ince vuran yağmur tanelerinden ve kafasının içine yapışmış gibi bir türlü çıkarıp atamadığı telaşlarından ve kuşkularından uyuyamadığı için kalkıp geçti camın yanına. Gecenin sessiz bir saatinde uyuyan -ya da uyumaya çalışan- şehre baktı. Yağmur yine günlerdir yağıyordu ve bulutların altında şehir daha bir tutsak ve belki de daha bir masum görünüyordu biz şehrin ölümlü sahiplerine, ölümsüz misafirlerine.

Bir şehir düşünmeye başladı. Her zaman düşündüğü İstanbul şehri değildi bu sefer aklındaki. Prag şehriydi. Köprüleriyle ve kuleleriyle, şehrin her tarafını sarmış barok bir soğuklukla Prag şehrini düşündü.

Bundan çok uzun zaman önce yorulmuş gözleri, kalın, beyaz gocuğu, yırtılmış çarığı ve uzun sakalıyla bir adam girdi bu şehirden içeri. O zaman şehir de yoktu ya o bölgede olsun o geldi oraya ve orada kuralacak şehri gördü. Döndü arkasındakilere "vatanımız burası!" dedi.

Prag'da güneşin açtığı seyrek sabahlardan birinde uykulu gözleriyle bir anne yanında çocuklarıyla girdi bu kente. İlk bakışta tanıdı Klementinum'un kulesini. Kendisi gibi Dünya'nın yükünü yüklenmiş Atlas'ın figürü vardı üzerinde. Uyayan çocuklarından birinin kulağına eğilip "yeni evimiz işte burası!" dedi.

İnsanların din adına birbirlerini öldürdükleri bir çağda (böyle olmayan bir çağ var mı bilmiyorum ama) kolunun altında birtakım kağıtlarla arkasına baka baka genç bir adam girdi bu şehre. Vltava nehrinin kenarına geldiğinde yukarıda gördüğü kaleye ulaşmasının yeterli olacağını düşünüyordu. Şimdi ayakta olmayan bir köprünün üzerinde sine sine yürürken sırtından saplanan bir ok tarafından yere düştü. Kağıtlar Vltava'ya saçıldı, adam kağıtları Kale'ye ulaştıramadı. Bize malum olmadı adamın sırrı.

Yahudi bir tüccar girdi bu kente sonbahar akşamlarından birinde. Şehrin en eski sinagoguna kadar yürüdü. Yollarını beğendi bu şehrin. Geniş binaların arasında Arnavut kaldırımından dar sokaklar ve görkemli caddeler. Buraya yerleşmeyi geçirdi aklından. Hatta bir süre kalmayı denedi. Ama alışık değildi kış soğuklarına. Bir sonraki bahar gelmeden şehri terketti.

Kırmızı burunlu bir Alman girdi bu kente bir sabah. Önce işlerini halletti. Sonra ufak bir şehir turu atıp, gördüğü ilk birahaneye oturdu. Tadını çıkara çıkara Çek birasını içti. Beğendi, bir tane daha içti, bir tane daha, bir tane daha. Sonunda bu sakin şehrin sokaklarında sendeleye sendeleye kaldığı yere döndü. Sabah uyandığında midesi ağrıyordu. Onun ağzında hep o biranın tadı olarak kaldı Prag şehri.

Çok uzak olmayan bir süre önce yazar Kafka girdi bu şehre. O zamana kadar ne doğduğu şehirden bu kadar uzak kalmıştı, ne de yazar olmuştu henüz. Geceleri kendini rahatlatmak için bir şeyler yazan gündüzleri işini yapan bir avukattı sadece. Sessiz ve karanlık sokakte evine doğru giderken kafasında ne olduğunu bilemeyiz ama yazdıklarından anladığımız kadarıyla o da bu şehir gibi kendini bir eşiğin üzerinde aşağıya bakarken hayal ediyordu. Belki de o esnada bunları düşünüyordu ev hasretinin yanı sıra.

Güneşli ve soğuk bir kış sabahı renkli gözlü bir ressam girdi bu kentin kapısından içeri. Şehrin sokaklarında kaybolduktan sonra dinlenmek için bir kafeye oturdu. Birasını söyledi. İlk yudumunu aldı ve bir eskiz çizdi, Prag şehrinden aklında kalanlarla. Daha sonra çok ünlü olan bu tablonun ilk çizimleri o şehirde o kafenin tozlu masasında atıldı. İlerleyen zamanlarda Prag'a geri dönmek istese de o ressam, ne yazık ki bunu başaramadı.

Bu sefer güneşli olmayan çok soğuk bir kış sabahında İbrahim Bey girdi bu şehrin kapısından, durup durup kalkan güçsüz bir otobüsün tekerinin üstünde. Yanında kimliği ve birkaç eşyası dışında hiç bir şeyi yoktu. İlk adımlarını attı kırmızı bayraklı sokaklarda. İnsanların yüzlerine baktı, binaların dışına, köprülerin altına, nehrin kıyısına, birahanelerdeki biraların tadına, kaldırımların soğuğuna ve kulelerin en tepelerine baktı. Aradı, durdu. Aradığı şey özlediği şehri İstanbul değildi, bulunması daha zor bir şeydi. Bulsa belki o da anlardı neyi aradığını. Belki uzun zamandır özlemini çektiği bir şeydi. Bulamadı ve geri döndü o şehirden.

Düşünmeye devam etti İbrahim Bey. Belki bundan birkaç sene sonra İstanbullu bir şair girecekti Prag şehrinin kapısından. Uzun bir süre de konaklayacaktı bu şehirde. Doktor Faust'un evine de gitse, şehrin baroğunda kendini kayıp da etse, o da bulamayacaktı aradığı şeyi, İstanbul'u.

Sonra sokaklarında savaş, sokaklarında katliam ve sokaklarında şenlik olacaktı bu şehrin ve en sonunda donuk yüzlü turistlere teslim olacaktı Prag şehri. Kuleler şehre sırtını dönecekti, köprüler isteksizce sallanacaktı Vltava'nın üzerinde.

İşte o turistlerin içinde birkaç genç çocuk olacaktı bir gün. Prag'a kendilerini ve şehri anlamaya geleceklerdi. Başta birkaç turiste uysalar da aradıklarına yakın şeyleri bulacaklardı bu şehrin labirent sokaklarında kaybola kaybola. Sorular sorup, cevaplar alacaklardı. Belki o zaman Dünya daha güzel bir yer bile olabilirdi.

O yağmurlu gecede bunları düşünen İbrahim Bey, bir anda kafasındakileri unutup, bütün ümidini o çocuklara bağlamıştı. Huzurlu bir şekilde uykusuna devam edebildi.

1 yorum:

  1. İbrahim Bey gibi ben de turist olarak gittiğim halde, o şehirde İstanbul'u aradım.

    YanıtlaSil