13 Eylül 2011 Salı

bağlanma farkı

Bahçe kapısından geçtikten sonra, bahçenin içindeki taş yoldan ürkek adımlarla ilerledi. Adres doğruydu ama gideceğini düşündüğü ev böyle bir yer değildi. Taşların üzerindeki su birikintilerine basmamaya dikkat ede ede ilerlerken, Fransız işgali döneminden kalma olduğu anlaşılan şatodan bozma ev karşısında git gide yükseliyordu. Kapı, onu ve diğer davetlileri bekliyormuşçasına açıktı ve kapının önünde kimse yoktu. İbrahim Bey paniğinden yine ilk gelen olmuştu, gerçi o hala doğru yere geldiğinden pek emin değildi. Bahçeyi geçmiş, mıcırla dolu girişte ilerliyordu. Öne doğru çıkıntı yapmış bir oval bakon ve onu tutan 6 sütun vardı kapının üzerinde. İbrahim Bey korkak adımlarla ve şaşkın bir ifadeyle yoluna devam etti.

Kapıdan içeri girdiğinde duvarları ahşap kaplamalı geniş tavanlı bir salon karşıladı onu. "U" şeklinde dizilmiş tahta masalar ve etrafında sandalyeler vardı. Bütün sandalyeler aynı boydaydı ancak iki tanesi diğerlerinden büyükçe ve bir tanesinin de sırtı İbrahim Bey'in boyundan uzundu. Taht benzeri bir sandalyeydi. İbrahim Bey buna benzer bir sandalyeyi şehrin belediye binasında görmüştü. Napolyon döneminden kalma bir antikaydı. Oraya doğru ilerledi. Bir yandan da duvardaki eski resimlere bakıyordu. Resimlerde farklı farklı gruplarda gençler aynı kapının önünde -İbrahim Bey'in de az önce içinden geçtiği- farklı zamanlarda resim çektirmişlerdi. Her resimde gülen mutlu suratlar dikkat çekiyordu. Büyük sandalyenin arkasındaki şömineye doğru ilerledi. Üzerinde kırmızı, yeşil ve altın renklerinden oluşan bir arma vardı. Ortasında pi harfine benzer bir şekil bulunuyordu. Yanında da görkemli bir kılıç asılı duruyordu. Kendini kontrol edemeyerek kılıca elini uzattı. O esnada duyduğu sesle irkildi: "İbrahim!"

Şimdi İbrahim Bey'in bu eve nasıl davet edildiğini ve orada ne aradığını birazcık bilmemiz gerekiyor. Bir gün rastgele bir muhabbette orda olmaması gerektiği halde orada olduğu için aynı dönemde okuyan arkadaşları tarafında akşam yemeğine davet edilmişti İbrahim Bey. Gerçek böyle olmasa da o bunu böyle kabullenmişti. Onlarla arasını hiç iyi edememişti. Daveti geri çevirmek ayıp olur diyerek o da yola koyulmuştu yaza veda edercesine sıcak bir cumartesi öğleden sonrası. "Verbindungshaus" denilip duruyordu. Bunun bir özel kavram olduğunu anlamıştı ama kavrama yabancıydı. Türkçe'ye çeviriyordu: "Bağlantı evi". Mantıklı bir açıklama getiremiyordu. O da "E görelim madem" diye yola koyuldu.

İşte bu şekilde geldi "Bağlantı evi"nin kapısına. Arkadaşlarından biri onu görmüş olacak ki çok büyük bir hata yapmadan onu durdurdu. İbrahim Bey az kalsın o evde yaşamışlar, o anda yaşayanlar ve yıllar sonra yaşayacaklar için kutsal sayılan, törenden törene yerinden oynatılan kılıca dokunacaktı ve farkında olmadan ufak çaplı bir felakete yol açacaktı.

Duvardaki resimlerle ilgilendiğini gören arkadaşı açıklama ihtiyacı hissetti:
"O ilk resimde gördüğün buranın ilk hali, bak buradaki resimdeki kel kafalı adam ve yanındaki gözlüklü kişi bu evin kurucularından: Gözlüklu olan Wilfred Musil. Aslen Avusturyalı, diğeri Alman: Martin Dams. 1853'te, yani yaklaşık yüzyıl önce kurmuşlar burayı. O zamandan beri bizim gibi öğrencilere ev sahipliği yapıyor. 13 kişi şu anda aktif olarak burada yaşıyor ve tabi bu sayıdan çok daha fazla dostumuz burayla bağlarını koparmamış durumda. Beraber eğleniyoruz, beraber yemek yiyoruz, beraber ders çalışıyoruz. Yediğimiz içtiğimi ayrı gitmiyor senin anlayacağın. Bira ister misin?"

Çekingence "Olur, alırım" dedi İbrahim Bey. Ancak arkadaşı onun cılız sesini duymadı, kafa hareketinden bira istediğini çıkarttı. Birayı uzatırken, "Herhangi bir dini bağlantımız yok, hatta nasyonel bağlatılarımız da yok, koşullarımıza uyan herkese kapımız açık." dedi.

Nasyonel kelimesi de ağzınıza ne kadar çok yakışıyor, diye geçirdi içinden İbrahim Bey. Dışındansa "Nedir koşullarınız?" diye sordu.

"İlk olarak erkek olmalı, üniversitede okuması gerekiyor. Aachen'ı sevmesi gerekiyor ve bu evle bağlarını koparmaması gerektiği için Aachen'dan da çok uzakta yaşamaması gerekiyor. Bunun yanı sıra eskrim bizim simgesel sporumuz, yapmak zorunda tabii ki. -hafifçe sırıtarak- senin bileğin kuvvetli mi İbrahim?" dedi sarışın arkadaşı.

İbrahim Bey arkadaşının anlattıklarından çok bardağın üstündeki özel hazırlanmış desenle ilgilenmişti. Adını duyunca irkildi ve daha önceden hazırladığı soruyu ilgileniyormuşçasına sordu: "Aranızdaki hiyerarşik durum veya bağlar nedir, ya da var mı böyle bir şey?"

"Olmaz mı, tabii ki var." dedi sarışın arkadaşı. "Mesela.. aa hoşgeldin Jürgen! Benim misafirleri karşılamam gerekiyor İbrahim, sonra anlatırım" diyerek uzaklaştı.

İbrahim Bey duvardaki resimleri incelemeye devam etti. Sonra bira fıçısının üstündeki herkesin aynı kıyafeti giydiği resimlere baktı. Suratlarda hep gülümseme vardı ama bu ifadeler çok yapmacık gelmişti. Burada yaşamış herkesin o mavi takım elbiseyi giyip, kafalarına o komik şapkaları takması gerekiyor demek ki, diye düşündü İbrahim Bey resimlere bakarken.

Gün ilerledi. Yemekler yendi, biralar içildi. Konular konuları açtı. Belli bir süreye kadar eğlendi de İbrahim Bey. Ama sonra o ayrıma gelindi. Birayla yumuşayan Alman arkadaşları hangi biranın tadının nasıl çıkarılacağından bahsederken, İbrahim Bey rakının yanına hangi mezeleri, hangi sırayla yenmesi gerektiğini düşünüyordu. Onlar kışın kuru hava, yazın fırtınalı hava derken, İbrahim Bey lodostan ve poyrazdan bahsetmek istiyordu. Onlar at sürerek geçirdiği haftasonularını anlatırken, İbrahim Bey kafasının içinde Üsküdar'dan kayığa binip zorlana zorlana Boğaz'ı geçiyordu. Zaten bu etrafındaki hiyerarşik yapıyı da hiç sevememişti. İlk başta buraya bağlı kişilerin arasında sıkı bir arkadaşlık bağı varmış gibi gözükse de, aslında hepsi sıcak arkadaşlık ilişkileri kuramayan bir topluma bunu öğretme biçimiydi. Ayrıca bir şehre bağlı kalacaksa onun hangi şehir olacağını da gayet iyi biliyordu İbrahim Bey.

Bütün bunları düşünürken bir anda içi ürperdi ve istemdışı gökyüzüne baktı. Mevsimin ilk leylekleri sıcak ülkelere gitmek için bu toprakları terkediyordu.

4 Eylül 2011 Pazar

boşluktan çıkamayan hikaye.

"Günlerdir içimde sebebsizce büyüyen boşluğu kağıt aklığına dökebilmek için oturuyorum masa başına. Ama bir cümle yazsam, gerisi gelmiyor veya sonu gelmez bol virgüllü az noktalı cümleler kuruyorum. Zaten bu bahsettiğim de uzun sürmüyor. Gözüm masanın üzerindeki teknik mecmuasına, duvarda asılı çizimlere, yarım kalan kitabın aklımda kalan cümlesine, "kimseye şikayet etmeyeceğini" söyleyen şarkının dizelerine takılıyor. Bir zamanlar sayfalarca yazı yazan o İbrahim gitmiş yerine yorgun bakışlı duygusuz bir mühendis gelmiş sanki. Mühendis de olamadık ya henüz o da ayrı mesele. Bak işte gene oldu, yine konu istemediğim yerlere geldi. Eğer bir şeyler yazabilecek gücüm olsaydı bir hikaye yazardım ve o da böyle başlardı:

"Güneşin deniz üzerinden battığı bir sahil kentinde sabah serinliğini kendini yavaşça sabah sıcaklığına bıraktığı saatlerde küçük bir oğlan çocuğu yatağında doğrularak uyanmış. Kafasını kaldırmış yanındaki yatakta yatan annesini görmüş. Uyuyormuş hala. Fazla ses yapmadan parmak uçlarına basarak evin bahçesine çıkmış. Güneş yüzüne vurunca önce biraz irkilmiş, ancak sabah açan hanımeli kokuları burnuna gelince tekrardan mutlu olmuş. Sonra ilk iş olarak bisikletine yönelmiş."

İşte böyle başlardı hikayem. Ancak fazla mutlu ve bir yere gitmiyor bu hikaye. Belki çocuk bisikletiyle bir yere giderdi ama bizim hikaye olduğu yerde kalırdı. Yazıya oturduğum zamanlarda aklıma bir şey gelmiyor, içimden de bir şey gelmiyor. Sanıyorum bizim hikayelerimiz biraz hüzün içermeli. Daha doğrusunu söylemek gerekirse bizim hikayelerimiz hüzünle başlıyor hüzünle bitiyor. Arada bir yerlerde yüzümüz gülüyor, heyecanlar yaşıyoruz, ama bölüp paylaştırdığımız hep hüznümüz.

Bu hüzünlü hikayelerden birisi de yazılmadan bitti ve buruş buruş tarihin çöplüğündeki yerini aldı. Bu boşluğu dolduramazsam, ancak boş çöp kutusunu doldururum."