4 Eylül 2011 Pazar

boşluktan çıkamayan hikaye.

"Günlerdir içimde sebebsizce büyüyen boşluğu kağıt aklığına dökebilmek için oturuyorum masa başına. Ama bir cümle yazsam, gerisi gelmiyor veya sonu gelmez bol virgüllü az noktalı cümleler kuruyorum. Zaten bu bahsettiğim de uzun sürmüyor. Gözüm masanın üzerindeki teknik mecmuasına, duvarda asılı çizimlere, yarım kalan kitabın aklımda kalan cümlesine, "kimseye şikayet etmeyeceğini" söyleyen şarkının dizelerine takılıyor. Bir zamanlar sayfalarca yazı yazan o İbrahim gitmiş yerine yorgun bakışlı duygusuz bir mühendis gelmiş sanki. Mühendis de olamadık ya henüz o da ayrı mesele. Bak işte gene oldu, yine konu istemediğim yerlere geldi. Eğer bir şeyler yazabilecek gücüm olsaydı bir hikaye yazardım ve o da böyle başlardı:

"Güneşin deniz üzerinden battığı bir sahil kentinde sabah serinliğini kendini yavaşça sabah sıcaklığına bıraktığı saatlerde küçük bir oğlan çocuğu yatağında doğrularak uyanmış. Kafasını kaldırmış yanındaki yatakta yatan annesini görmüş. Uyuyormuş hala. Fazla ses yapmadan parmak uçlarına basarak evin bahçesine çıkmış. Güneş yüzüne vurunca önce biraz irkilmiş, ancak sabah açan hanımeli kokuları burnuna gelince tekrardan mutlu olmuş. Sonra ilk iş olarak bisikletine yönelmiş."

İşte böyle başlardı hikayem. Ancak fazla mutlu ve bir yere gitmiyor bu hikaye. Belki çocuk bisikletiyle bir yere giderdi ama bizim hikaye olduğu yerde kalırdı. Yazıya oturduğum zamanlarda aklıma bir şey gelmiyor, içimden de bir şey gelmiyor. Sanıyorum bizim hikayelerimiz biraz hüzün içermeli. Daha doğrusunu söylemek gerekirse bizim hikayelerimiz hüzünle başlıyor hüzünle bitiyor. Arada bir yerlerde yüzümüz gülüyor, heyecanlar yaşıyoruz, ama bölüp paylaştırdığımız hep hüznümüz.

Bu hüzünlü hikayelerden birisi de yazılmadan bitti ve buruş buruş tarihin çöplüğündeki yerini aldı. Bu boşluğu dolduramazsam, ancak boş çöp kutusunu doldururum."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder