11 Ağustos 2010 Çarşamba

yine bir gün

Güneşin artık erken doğduğu kentte sabah cama vuran yağmur sesiyle ve aynı zamanda perdeyi açmaya çalışan güneşli rüzgarla uyandı bir anda İbrahim Bey. Saate baktı, çalmasına beş dakika vardı, uyusa olmazdı, uyansa yataktan kalkamazdı. Yavaşça gözlerini açmaya çalıştı tavana baktı, o gün yapacakları geldi aklına. Sıkılarak kafasını sağ tarafa doğru çevirdi, şimdi tavanın kardeşi duvar vardı karşısında, bembeyaz bir duvar. Tekrar aklına geldi kalkma gerekliliği. Ayaklarına kalkmasını emretti isteksizce, ayakları itaatsizlik etti, koluna gönderdi aynı emri, orda da isyan bayrağı çekilmişti. Tam karar veriyordu, kalkmayacaktı, bir gün eksik olsa hayatında ne fark edecekti, kim fark edecekti? Bu düşünceler içinde mayışmışken bütün huzurunu paramparça edecek şekilde başladı çalar saat. Vücudunun bütün itaatsiz parçaları gerekli emri aldı ve kolu önce davrandı saati susturdu, ayakları ve gövdesi de kalkmak için hareketlendiler ve bir yaz günü, bilinen yazların yaşanmadığı, tarihin ve coğrafyanın unuttuğu bu sınır kentinde diğerlerine benzer bir şekilde gösterişsizce başladı.

Perdeyi açtı ilk hareket olarak, önünde yağmur altında ölü bir şehir ve dalga geçer gibi bir güneş. Bizim üzerine saatlerce konuşabileceğimiz bu hüzünlü manzaraya aldırmadan döndü ve banyoya doğru yol aldı. Alışmıştı artık şehri her gün aynı donuklukta görmeye. Bu şehri Istanbul'la karşılaştırarak yanlış yapıyordu. Şehir kendi halinde hareketli bile sayılırdı özellikle bu zamanlarda. Civar kasabalardan, köylerden insanların her sene severek ve hatta bir görevmişçesine geldiği geleneksel "Öcher Bend" başlamıştı. Geceleri evinin camına vuran renkli ışıklara bakıp "kasabaya panayır gelmiş, aman ne eğlence!" diye küçümsüyordu.

Banyodan geldiğinde akşamdan yarım kalan notlarını ve kitaplarını çantasına dikkatlice yerleştirdi. Kitapların hepsi boy sırasında durmalıydı. Küçükler önde büyükler arkada, kalemler soldaki gözde; cetvel, pergel, silgi gibi ıvır zıvır da sağdaki gözde. Sonra dolaptan pantolonunu çıkardı, giydi, akşamdan hazırladığı gömleğini de giydi. En son odasındaki kırık aynaya baktı. Traş olsa iyi olurdu ama vakit yoktu ve uykusunun açılmasına tahammül edemezdi, onun yerine bıyıklarını düzellti tarakla, saçını bi eliyle yokladı ve her zamanki gibi yana yatırdı. Bir süre anahtarını arandı, buldu. Ayakkabılarını giydi, şemsiyesini aldı, artık kapının önündeydi, çıkmak üzereydi. Her gün yaptığı gibi son kez evin içine baktı, bir şey unutmamıştı görünürde. Kapıya yöneldi, dışarı çıktı, kapıyı kapattı, anahtarı taktı ve kapıyı kilitledi. Bir gün önceki ve bir gün sonraki İbrahim Bey'in aynı saatlerdeki adımlarına basarak merdivenden aşağıya indi ve sokağa çıktı. Kütüphaneye gidiyordu.

Odasında çalışma masasının üzerinde hatıratı açık kalmıştı. Onun bütün hareketlerini izliyordu, her gün yaptığı gibi onu izliyordu, İbrahim Bey bunun farkına varmezken. Üzerinde alışıldık bir el yazısıyla, alışık bir cümle yazıyordu: "Düşünüze hiç girmez mi İstanbul?"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder