16 Temmuz 2010 Cuma

gece yürüyüşü

Penceresinden dışarıya bakmak için doğruldu İbrahim Bey, “kar devam ediyor demek” diye mırıldandı. Sonra önündeki defterini kapatıp, dolmakalemini koruyucu kabına dikkatle yerleştirip ayağa kalktı. Gecenin bir yarısı ufacık odasında içi sıkılmıştı, dışarı çıkmak istiyordu. Validesinin ördüğü yün atkısını boynuna iyice dolayıp, beresini taktıktan sonra kendini dışarı attı. Aklındaki tek şey bu uzak kentin küf kokan sokaklarında kar sessizliğinde biraz yürüyüp rahatlamaktı.

İçinden hatta biraz da dışından Mehveş Hanım’ın eski parçası “Kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem”i mırıldanıyordu. Aklında karın hiç bu kadar yağmadığı, yağmurun ise her daim yüzünü okşadığı uzak bir şehir vardı, doğduğu şehir. Bir gece yine böyle bir soğukta –azıcık da kar yağıyordu- Kanlıca’da sıcak ve bol demli, şekersiz çayını yudumlarken de aynı şarkıyı mırıldanmıştı. O zaman “kaçıp bırakmak” istediği şey İstanbul’du. Şimdi ise şarkının devamında söylediği gibi “kalbi yanıyordu ismini kimden işitse.”

“Ah Kanlıca!” dedi içinden “Çocukluğumun geçtiği Kanlıca”. Cumhuriyet yeni kurulmuştu. İnsanlarda tatlı bir heyecan vardı. Kara bir duman gibi şehrin üstünü kaplayan düşman işgali sonunda bitmişti, sokaklarda bilinmedik üniformalarla dolaşıp etrafına kibirli ve can sıkıcı bakışlar atan İngiliz ve Fransız subayları şehri terk etmişti. “Yeni”yi kavramak istiyordu herkes. O ise sadece top oynamak isteyen ve etrafındaki değişimi fark edemeyen bir çocuktu daha.

Oyunlardaki başarısızlığı –o bunu sonradan “şanssızlığı” olarak nitelendirecekti- onu mürşit ilimlerle ilgilenmeye şevk etti. Evlerinin hemen yanındaki velespit tamircisi Necdet Usta’nın dükkanında çıraklığa başladı. Aslında ailesi ve o bunu tam olarak çıraklık olarak nitelendirmiyordu. Okuldan arta kalan boş vakitlerinde Necdet Usta’nın yanında vida sıkıyor, lastik yamalıyor veya zincir takıyordu.

Bir gün validesi ona “Bu sabah törende yaramazlık yapma, Kemal Paşa vefat etti” dediğinde ilkokul dördüncü sınıftaydı ve sevilen bir öğrenciydi. Bu kayıp onun hayatında köklü bir değişikliğe sebep olmamıştı ama yıllar sonra hatıratında bu olayı çok önemsemiş ve “O gün büyüdüğüm gün oldu” gibi beylik bir laf etmişti. Nedenini kendi de bilmiyordu, belki de böyle bir laf ederek kendinin önemseneceğini düşünüyordu.

Ailesi onun Mekteb-i Sultani’ye gitmesini istiyordu. Ancak o dönem saygı gören bir dil olan Fransızca onun ilgisini çekmiyordu. O daha çok Germen Tekniği’ne merak sarmıştı ve o zamanlar adı Sankt Georg Alman Lisesi olan ve o okurken tekrar eski adına –en azından eski adının bir kısmına- kavuşan Avusturya Lisesi’ne yazıldı. Lisedeki yıllarını hep hoş bir tebessümle hatırlayacaktı. Batı adetlerini güzelce kavramış, Beyoğlu’nda ve Pera’da Vals yapılıp şarap içilen gecelerin müdavimi olmuştu. Bir yandan Dünya savaşla boğuşurken, ülkesinde insanlar açlık çekerken o bunların hepsine sırt çeviriyordu. Mahallesinden dışarıyı pek fark edemiyordu. Aklında sadece dönemin güçlü ülkesi Almanya’da teknik okumak vardı ve bu hedefte ilerliyordu.

Savaş bitti. O hayran olduğu Almanya savaşta yenildi. Bu yenilgi onun hayatında da düşünsel anlamda farklı bir pencere açacaktı. Etrafındaki dünyanın farkına varacaktı. Ama yine de ne yapıp edip savaşın bitmesinden üç sene sonra sular biraz daha durulmuşken Batı Almanya’ya Aix la Chapelle kentine teknik ilimler okumaya gönderildi. Ailesinin ve ülkesinin de bu konuda önemli bir desteği olmuştu. O dönem yurtdışına gönderilen bir grup öğrencinin içindeydi.

Aix la Chapelle’i başta pek beğenmemişti. Anılarından kaçtığı kendi şehrine pek benzemiyordu. Çoğu Avrupa şehrinin içinden en azından bir dere geçerdi, burda o bile yoktu. Halbuki o Boğazlara alışmıştı. Hava durumu olarak da Lodos’u ya da Poyraz’ı bilirdi. Buradaki gibi yağmuru da daha önce hiç görmemişti. İlk birkaç ayı alışma süreci içinde geçti. Fransız işgalinden yeni kurtulmuştu bu kent. Bu açıdan İstanbul’u hatırlatıyordu ona. Ama o kent de şimdi İbrahim Bey gibi batı sınırında sıkışmıştı ve bu yıkık dökük ülkede yeniden yapılanmaya çalışıyordu kendince.

Kendine çatı katında ufak bir oda buldu. Memnundu hayatından. Fazla arkadaşı yoktu. Olan arkadaşları da genellikle önyargılıydı ona karşı. Bilinmeyen, tanınmayan bir coğrafyadan gelmişti ve kaşı gözü karaydı. Ama bunun gibi renk ayrımcılıklarından ağzı yeterince yanmış olan bu ülkede en azından içten içe bir saygı gördüğünü düşünüyordu. Haklı mıydı haksız mıydı, bunu bilemiyoruz.

Şimdi gelişinin üçüncü yılında yalnız başına sokakta yürürken kafasında çeşitli düşünceler vardı. Bunların en önemlisi “ne olacağım”dı. Dünya savaştan sonra rahatlamış ve teknik anlamda –yani onun mesleki alanında- hızla ilerliyordu. Bazıları uzaya gitmenin hayalini kurarken, bazıları dönemin önemli bilim adamı Aynştayn’ın önderliğinde kuantum fiziğine merak sarmıştı. Bunun dışında ülkesinde baskılı bir rejim başlamıştı ve birçok şair, yazar ve düşün adamı yurtdışına kaçmıştı. O da bu konuda ilgisiz kalamıyordu ve okuduğu kitaplar onu yeni siyasi akımlara yönlendiriyordu. Etrafındaki insanlarla ayrı düştüğü konularda ise maalesef sessiz kalıyordu ve sadece izliyordu.

Yirmili yaşlarının başında kafa karışıklıkları içinde sokakta yalnız başına ilerliyordu bu aslında yabancı ama artık evi olmuş kentte.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder