23 Temmuz 2010 Cuma

"yaz" bir yere

İbrahim Bey şehrin en büyük meydanlarından birinde Antoine Roquentin ve sevgilisi Anna’nın kendisinden yirmi küsür yıl önce oturduğunu düşündüğü kafede oturuyordu. Hatta oturur oturmaz onlar gibi şeker kavanozunun içindeki böcekleri aramıştı ama bulamamıştı. Güler yüzlü garson kıza bir adet buğday birası sipariş vermişti ve onun gelmesini bekliyordu. Düşüncelere dalmıştı İbrahim Bey. “Zor bir günün ardından bira içip dinlenmek gibisi yok” diye düşündü, fakat sonra böyle bir yaşam tarzının kendine ait olmadığını, sonradan bu şehirde edindiği alışkanlıklarının böyle düşünmesine neden olduğunu anlayıp utandı.

Yaz gelmişti. Yorucu kışın ardından sonunda bu kente de yaz uğramıştı. Aslında bu söylendiği kadar da kolay olmamıştı. Bahar aylarında güneşe hasret kalmışlardı şehir olarak. Ancak bu şehrin insanları bunu önemsemiyordu. O da yavaş yavaş alışmaya başlamıştı. Pişkin pişkin sıratarak “Eee bu şehirde böyle, napalım?” diyordu sanki kendi yaşadığı topraklarda böyle şeylere hep alışıkmış gibi. Ama ne olduysa bir anda yağmurlar kesilmişti ve ağır bir nem tabakası altında güneş kaplamıştı şehri. Böyle olduğu zamanlar yüzü gülerdi hep İbrahim Bey’in. İçinden çıkılmaz mühendislik hesapları, içinden çıkaramadığı sıla özlemi, tatil isteği yok olurdu birden. İyi şeyler düşler, iyi şeyler yapardı, yorucu bir günün altında güneşli bir meydanda oturup birasını yudumlarken bir şeyler karalamak gibi.

Garson kız birasını getirdiğinde göz ucuyla yazdıklarına baktı. Yazısı biraz okunaksızdı ama okunaklı olsaydı da garson kızın anlayabileceğini sanmıyorum, çünkü kendi dilinde notlar alıyordu. İbrahim Bey o esnada anılarını yazıyordu. Geçiremediği yazları, güzel ve huzurlu geçirdikleriyle telafi ediyordu bir başka deyişle. Mahalleden arkadaşlarıyla tramvaya atlayıp Bostancı’ya yüzmeye giderlerdi. Aslında yakında birçok kumsal olmasına rağmen onlar Bostancı’yı tercih ederlerdi. Bahar aylarında Adalar’a gittikleri de olurdu hatta. Bostancı’da sabahtan akşama kadar denize girdikten sonra akşam batan güneş ve deniz manzarasında rakı içerlerdi. Bazen mangal yaparlardı, üşendikleri zaman da yanlarında getirdikleri yemekleri yerlerdi. Sanki hiçbir tasası, hiçbir sıkıntısı yokmuşçasına hatta bir daha hiç olmayacakmışçasına eğlenirlerdi. Yaz akşamları gökyüzüne bakıp kayan yıldızları seyretmek –ki ay olmadığı zaman çok fazla görürlerdi-, birkaç haylaz kahkaha arasında yanlarında oturanlarla tatlı tatlı atışmak, dönüş yolunda tramvayda uyuklamak ve tabii son olarak eve geldiğinde geç geldiği için azar yemek gibi zevkleri vardı. Şimdi eskiye dair her detay onun hoşuna gidiyordu, en sıkıcıları bile. O tatlı akşam meltemini bu sıcak ve nemli meydanda yüzünde duyuyor ve mutlu oluyordu kağıda bir şeyler karaladıkça. O da biliyordu artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, hayat git gide daha da ciddileşiyordu. Ama ne olursa olsun ara sıra eski güzel anılarının altında ezildiğini hissediyordu ve onları yazarak kafasında yeniden yaşatmaya çalışıyordu, e yazmak da olmasa nasıl başa çıkardı iman tahtasına uygulanan baskıyla?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder