18 Temmuz 2010 Pazar

tarihe şahit yıldız

Pazar sabahı kilise çanlarının sesiyle uyandığında saat onbire geliyordu. Bir önceki akşam şarabı fazla kaçırdığından başı hafiften ağrıyordu. Alışamamıştı bu içkiye liseden beri. Oysa rakı olsaydı devirmez miydi bütün arkadaşlarını? İçini çekip yataktan çıktı. Güneş ufak penceresinden yüzüne vuruyordu. “Tıpkı odam gibi” diye düşündü, odasının çok uzakta olduğunu hatırlayarak.

Evinin ortak alanında mutfak tüpünün üstüne yerleştirdi validesinin bavuluna son anda zorla sıkıştırdığı çaydanlığı. Çayın kokusunu duyunca komşularının da uyanacağını ya da uyanmışlarsa da dışarı çıkacağını düşündü. Seviyordu komşularını. Şehrin merkezine yakın 4 katlı bir evin çatı katında yedi tane küçük odacığa bölünmüş bir yerde kalıyordu. Komşularından ikisi kendisi gibi İstanbul’dan gelmişlerdi, bir tanesi çok sessiz bir Fransızdı, bir tanesi sürekli sarhoş gezinen savaşta yakınlarını kaybetmiş yaşlı bir Almandı, iki tanesi üniversite öğrencisiydi ve bir de kafası sürekli güzel Hollandalı vardı. O dönemlerde çok yaygın olan kahve kaçakçılarından olmasından şüpheleniyorlardı. Pek kahve içmezlerdi onlar da bu yüzden. Hangi kahvenin gerçek hangisinin kaçak olduğunu anlamak zordu.

Çayın demlendiğini düşününce kendine bir bardak çay koyup çaydanlığı mutfakta bırakıp odasına döndü. Dün akşamdan yarım kalan hesaplarını tamamlaması gerekiyordu. Pencereden dışarıya doğru baktı ve gözü bahçede ayaktopu oynayan çocuklara takıldı. Ülkesinden de tanırdı bu oyunu. Oturduğu mahellede ünü yürümüş bir takım bile vardı. Sonra savaşta büyük çoğunluğu yıkılmış bir kent olmasına rağmen bütün heybetiyle karşısında duran Katedrale baktı. “Burası benden başka kimin evi olmuştur acaba?” diye düşündü.

Elbette bu sorusunun cevabını hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Ama biz bu noktada okuyucuya cevabı asla verilmeyecek bomboş bir soru yöneltip, anlamsız bir edebi –hatta ebedi- oyun yapmak istemediğimizden kahramanımız İbrahim Bey’i kendi abuk subuk, ecüş bücüş mühendislik hesaplarıyla baş başa bırakıp oturduğu binanın tarihine eğilmek istiyoruz.

Onsekizinci yüzyılın başlarında Düsseldorf’ta marangoz çıraklığı yapan güler yüzlü ve kırmızı suratlı Dieter Kranz’ın tek hayali sanayileşmeye başlayan Dünya’da yer sahibi olmaktı. Fransız Devrimi’yle birlikte hareketlenen burjuva hareketini, henüz yirmili yaşlarında olan Dieter yakından takip ediyordu. Gençliğinde Voltaire ve Rousseau gibi Fransız filozoflarını kendi dilinden okumak için Fransızca öğrenmişti. Kurnaz bir Alman’dı ve ahşap sanatlarından da iyi anlıyordu. Binsekizyüzonbeş yılında Aix la Chapelle, Prusya İmparatorluğu’na bağlanınca o da hayatında atması gereken önemli adımın zamanı geldiğini düşündü ve sırtına ufak çantasını ve aletlerini alıp bu kentin yolunu tuttu. Fransızlara olan hayranlığı bu “Yeni Germenleşmiş” kentte ona kolaylık sağlayacaktı.

Kendine ufak bir dükkan açtı. Mutfak eşyalarından dolaplara, yataktan yemek takımlarına her şeyi üretiyordu. Sevimli mizaçı ve uygun fiyatlarıyla kısa zamanda müşteri sayısını arttırdı. Çalışma masası yaptırmak için dükkanına gelen mavi gözlü, siyah saçlı, güzeller güzeli ve şehrin önemli zenginlerinden olan Richard Preau’nun kızı Mai ile tanışana kadar her şey yolundaydı. Mai’yi bir çalışma masası için defalarca dükkanına çağırdı veya defalarca ölçü almak için onun evine gitti. Bu yakınlığın sonucunda Mai’ye yapılan çalışma masası, bütün eşyalarını Dieter’in kendi el emeğiyle yaptığı çiftin ilk evlerinin bir odasına yerleştirildi. Tanıştıklarından bir yıl sonra evlenmişlerdi ve iki yıl sonra da bir tanesi Dieter’e benzeyen sarı saçlı ve kocaman kırmızı burunlu ve bir tanesi de annesi Mai’ye benzeyen iki tane kız çocuğu dünyaya getirdiler.

Aradan yıllar geçti Dieter işleri büyüttü, tabii kızları da büyüttü ve evlendirdi. Elindeki birikmiş parasıyla geçmişten beri hayali olan fabrikayı açmak istiyordu. Ama artık yaşlanmıştı ve ailesinin geleceğini düşünerek ev yaptırmaya karar verdi. Düşünsel olarak da Voltaire ve Rousseau’nun çizgisinden çıkmış ve bambaşka bir akıma kaptırmıştı kendini. Bunda büyük kızının kocası yazar Friedrich’in ve Rheinische Post gazetesinin başyazarının etkisi vardı. Binsekizyüzkırküç yılında başlayan inşaat binsekizyüzkırkaltıda tamamlandı. Sonuçta ortaya kahramanımızı çatı katında bıraktığımız dört (bir de çatı katıyla beş) katlı binanın ilk hali çıktı. Giriş katı dükkanlardan oluşuyordu. Bu dükkanlardan birine artık sadece hobi olarak kullanacağı atölyesini koymuştu. Yeni ilgi alanı maketlerdi, sabahtan akşama kadar maket yapardı ve bazen ilgilenen olursa satardı. İkinci dükkanı da küçük kızının kocası şehrin en güzel pastacısı Florian’a vermişti. Birinci katını kendisi ve kendisi gibi yaşlanan güzel gözlü karısı için düşünmüştü. İkinci ve üçüncü katta kızları ve aileleri vardı. Dördüncü katı önce açgözlülüğünden yaptığını düşünse de, bu kat karısının kurnaz kardeşi Philipp yakalarını bırakmayınca ona kaldı. Çatı katını ise torunlarına oyun odası olarak düşünmüştü. Ancak zamanla hizmetçilerin yatak odası olarak kullanılmaya başladı bu güzel manzaralı odalar.

Uzun bir süre aile fertlerine yuva olan bu ev Dieter’in ölmesiyle yavaş yavaş dağılmaya başladı. Son zamanlarda iyice yaşlanan ve basit toplama çıkarmaları bile yapamayan marangoz, işleri devredeceği bir oğlu da olmadığından atölyesini kapatmak zorunda kaldı. Emeklilik günlerinin karısının güzel gözlerine bakıp maket yaparak geçirdi. O öldükten sonra kızları annelerini yanına alıp onların oturduğu katı ikiye bölüp kiraladılar. Böylece orjinal hali ilk kez bozulmuş oldu evin. Düzeni alt üst olan kadın anıların içinde yaşamaya dayanamayarak kocasının ölümünden bir yıl sonra onun yanına gitti. Böylelikle evin bütün hakimiyeti damatlara geçti. Büyük kızkardeşin yazar kocası Berlin’de bir gazeteden iş teklifi alınca onlar da taşınmak zorunda kaldılar. Böylelikle ailede bir yaprak dökümü başlamış oldu. Bu durumu fark eden kurnaz kayınbilader Philipp binaya alıcı aramaya başladı ve sonunda sert bakışlı emekli bir asker olan Georg Schultz binanın yeni sahibi oldu. Binadan gelen gelir kızkardeşlere eşit olarak paylaştırıldığı söylense de hiçbir işe yaramayan Philipp’in bu satış işleminden sonra yeni bir ev alıp iş kurması hep “acaba?” sorusunu gündeme getirdi. Ama dayılarına saygılarından ve şeytan tüyü olan bu herife kızamamalarından dolayı ailede bu konu bir daha hiç açılmadı.

Kranz ailesi de zaten evden ayrıldıktan sonra doğru düzgün tekrar bir araya gelemedi. Onlardan geriye sadece Dieter’in ev yapıldıktan birkaç sene sonra gururla giriş kapısının üstüne astığı ailesini sembolize ettiğini söylediği iki defne yaprağı arasında yıldız bulunan pirinç ve bakırdan arma kaldı. Oysa Philipp dahil herkes bunun ailesini temsil etmenin yanı sıra o dönem etkisinde kaldığı akımları da temsil ettiğini biliyordu.

Uzun bir diferensiyel denklemin çözümünün sonuna gelmişti İbrahim Bey. Hava kararıyordu. Kımıldadığında sırtının ağrıdığını fark etti. O ağrıyla birlikte okkalı bir küfür savurdu Newton’a. Dışarı çıkacaktı artık. Kalınca giyindi, kapısını kitledi. Merdivenleri inerken düşünüyordu, “acaba bu diferensiyel denklemleri teker teker değer vererek saatlerce çözmek yerine, bunu bizim yerimize yapacak bir alet olacak mı?” diye. İbrahim Bey o gün ilk defa farkında olmadan bilgisayardan bahsetmişti, sokak kapısından çıkarken başının üstünde duran tarihe şahit pirinçten aşağı yukarı yıldız yüz yaşında olmasına rağmen hala parlıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder