19 Eylül 2010 Pazar

garda geçen gece

Lokomotifin fren sesiyle bir anda uyandı. Uzun bir gecenin ardından gardaki banklardan birinde uyuyakalmıştı. Gözlerini oğuşturdu, bankta doğruldu. Sağ tarafına döndü ve güneşin doğmasıyla birlikte katedral kendini karanlıktan kurtarıyordu. Onun arkasında ise Ren nehri ve yepyeni bir güne "merhaba" demeye hazırlanan yıkık dökük Köln kenti uzanıyordu.

Bankın rahatsızlığından boynu tutulmuştu. Sonuçta uyumak için çok da uygun bir yer değildi. Ama neden böyle olmuştu? Neden evinde sıcak yatağında uyumak varken bu soğuk sonbahar gecesinde tatsız bir garın iki büklüm banklarından birinde uyumuştu?

Tam bunların nedenini hatırlamaya çalışırken önünde duran tren kalktı ve arkasında bir süre baktıktan sonra yanına dönüp,

-İstanbul'a gitmek istiyorum artık ben, dedi.

Uzun bir süredir kurduğu ilk cümleydi. Sesi kendine yabancı geldi. Nefesinden gelen içki kokusu onu bile rahatsız etti. Anlaşılan o ki pek fazla da hatırlayamadığı bir gecenin ardından son treni kaçırıp çaresiz kuytuda bulduğu banklardan birine oturmuştu ve uyuyakalmıştı, ya da sızmıştı.

-Sen hiç İstanbul'a gittin mi?, diye sordu yanındakine, veya bu şehirden başka bir şehre gittin mi, gitmeyi düşündün mü?

Cevap gelmedi. Sağ elini cebinden çıkarttı yanağını kaşımak için. İşaret parmağı ve orta parmağı mürekkep lekesi olmuştu. Hatırladı, bir önceki gün sınavdayken mürekkep hokkasının kapağını açarken eli kaymıştı ve bir kısmı üzerine ve ellerine sıçramıştı. "Sanki oy atmışım gibi" diye geçirdi içinden gülümsedi. Henüz oy kullanmamıştı.

-Memlekette yeni kitaplar basılıyor, yeni şarkılar besteleniyor, yeni olaylar oluyor ve biz bu yeni haberleri haftalar, aylar sonra öğreniyoruz, bizim evde neler olup bittiğini de ayda bir, hatta bazen iki ayda bir gelen mektuplardan. Burada da öğrendiğimiz, yaşadığımız şeyler bizleri onlar gibi doyurmuyor, arada bir yerde kaldık, bir çeşit Araf burası! Sen hiç Araf'ta kaldın mı?, dedi.

Yine bir ses gelmedi. Ama son soruyu sorarken sesini biraz yükseltmiş olacak, yanındaki kafasını kaldırıp İbrahim Bey'in gözlerine baktı. Konuşmaya hali yok gibiydi. O da yorgundu, bütün gece beraber oturmuşlardı.

-Ah! Şimdi şuradan ilk trene atlasam da 3-4 gün sonra Sirkeci Garı'nda simit alsam çay ilen yesem. Sonra eve geldiğimde de Valide Hanım kızsa, kahvaltıyı beklemeden bir şeyler yedim diye, oysa ben her türlü o kahvaltıyı da ederim anneciğim. Zor ya zor! Biraz yıprandım. Ne dersin, zor zamanlardan geçiyoruz öyle değil mi?

İbrahim Bey, ait olduğunu düşündüğü iki şehre de uzak garlardan birinde -hiç ait olmadığı bir yerde- oturmuş, geride kalan altı ayın dökümünü yapıyordu. Yani sarhoş olmadan önce bıraktığı yerdeydi. Zaten bu yüzden sarhoş olmuştu. Bir süre daha kafası aynı mevzularla uğraşıyor olacaktı, ta ki İstanbul'a gidip balık yenen bir lokantadan rakısından ilk yudumu alana kadar.

Dün geceden beri beklediği tren sonunda perona yanaşmıştı. Elleriyle iki yandan destek alarak kalktı, üzerinde "Aachen Hbf" yazan trene doğru yürüdü. Onun kalkmasıyla rahatı bozulan gece boyunca dizinde yatan kedi bir süre İbrahim Bey'e baktıktan sonra arkasını dönüp uykusuna devam etti. Tren gürültüyle hareket etti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder