18 Aralık 2010 Cumartesi

sıcak şarap, soğuk meydan

"Bu sıcak şarapları git gide daha soğuk mu vermeye başladılar, ne dersiniz?" diye sordu siyah kalpaklı adam İbrahim Bey'e. Bir elinde şarap bardağı vardı, diğer eliyle atkısını düzeltiyordu.

Şarap değil, biziz soğuyan, diye mırıldandı İbrahim Bey kendi dilinde.

"Pardon, dediğinizi anlayamadım" diye üsteledi siyah kalpaklı adam.

"Havalar soğudu, sıcak tutmak zor oluyordur" diye cevapladı yükses sesle ve her zamanki iyimserliğiyle. Gerçekten de buraya geldiğinden beri yaşadığı en soğuk kıştı. Kar çok erken başlamış ve kesileceğe benzemiyordu. O soğuğa ve yalnızlığa meydan okumak adına Noel için kurulan pazara çıkmıştı ve sıcak şarap içip yanından geçen aileleri, yorgun gözlü ihtiyarları ve yaklaşık onbeş dakikadır çalan nefesli çalgıları dinliyordu. Yalnızlığından kurtulmak için insanların içinde yalnız kalmak gerektiğini düşünüyordu.

"Buralardan değilsiniz galiba." diye sordu siyah kalpaklı adam.

O, onu çoktan unutmuştu nefeslileri dinliyordu. Adamın sorusuyla irkildi, neyi zorluyor ki, suratımdaki sakallar ve nefret dolu bakışlarım yeterince korkutmadı mı onu, ilgisini mi çekti acaba?

"Yok, okumak için buradayım."
"Öyle mi? Sormamın sakıncası yoksa nerelerden geliyorsunuz?"
"İstanbul'dan geliyorum efendim, Türkiye"
"A ne kadar güzel, sizin oralarda pek kar yok değil mi? Yabancı geliyordur bu kar size."
Evet, kar yok çölde develerle yaşıyoruz, su da yok.
"Yok Türkiye'ye de kar yağar, bu kadar soğuk olmasa da."
"Ben de Hollandalıyım aslında. Ama uzun süredir bu şehirdeyim. Okumak için gelmiştim ben de, ayrılamadım. Şimdi eşim, çocuklarım ve torunlarımla burada yaşıyoruz."

İbrahim Bey, adamın yüzüne baktı ve o ana kadar yaşlı olduğunu fark etmemiş olduğuna şaştı.

"Eğer izin verirseniz, size bir sıcak şarap daha ısmarlamak isterim, tabii eğer vaktiniz varsa?" diye sordu siyah kalpaklı adam.

Nefesliler sustu. Hadi bakalım, hiç de lazım değildi, ben kendi sessizliğimden memnundum. Hadi artık sıkıl ve uzaklaş benden.

"Teşekkür ederim, memnun olurum."

Aslında reddedecekken son anda kabul etti adamın teklifini. Uzun bir zaman sonra -belki de etrafı sarmış Noel süslerinin de etkisiyle- İbrahim Bey tanımadığı bir adamla uzun bir sohbet etmişti. Dünü ve bugünü olmayan bir sohbetti. Sonunda birbirlerinin ellerini sıkıp kendi yollarına gittiler, karın altında kalan şehrin buz tutmuş meydanları sessizce boşaldı, ayışığı kaldı sadece İbrahim Bey'in yolunu aydınlatan.

9 Aralık 2010 Perşembe

sessizliğe takılan

"Sokakta kar sessizliği vardı." diye yazdı önündeki kağıda İbrahim Bey. Camdan dışarı bakarak o sessizliği duymaya çalışıyordu. Bir kez daha kağıda baktı, okudu cümleyi, tekrar dışarı baktı ve yazdıklarını karaladı. Bütün gün evden dışarı çıkmamıştı. Nerden bilebilirdi ki dışardaki sessizliği veya sesi? O an daha sabahtan beri kendi sesini bile duymadığını fark etti. Sesini özlemiş miydi? Dışarda olup olmadığını bilmediği ancak odasını kaplayan sessizliği dağıtmak için bir şarkıya başladı:

"gözünde bir ışık var,
peşinde bin aşık var,
dudağ..."


Kesti. Mahmure Hanim'dan sonra kendi sesi de kendine katlanılmaz gelmişti. En iyisi sessizlikti. Bu aralar pek evden çıkası gelmiyordu. Dışarıda ve içinde kopan fırtınalara aldırmadan eylemsizliğin tadını çıkarıyordu. İlerde yapacaklarının umudu ve geçmişte yaptıklarının tadı veya acısı onu ilgilendirmiyordu. O ikisinden de boş zaman çalıyordu, ilerde yaşayacaklarının ya farkındaydı ya değildi. Bir tatil planı diğerine karışıyordu, onun peşinden de büyük adam olma hayalleri. Hepsi sonunda sessizliğe takılıp gidiyordu. Kafasını uzun süre bir konuda sabit tutamıyordu.

Kafasını uzak hayallerden geri toplayıp kağıda yeni bir cümle ve bir denklem yazdı:

"Sevişmek siyasal bir eylemdi."
2 x 2 = 4

Gaz lambasını söndürdü.

2 Aralık 2010 Perşembe

şehre yakarış.

"Şehirler ağlar mı üzerlerindeki binalar yıkıldığında veya yandığında? Ya da canları acır mı biz çok amaçlı ve çok katlı binalarımızı kör bir mızrak gibi ciğerlerine sapladığımızda? Acaba depremlerle, fırtınalarla, sellerle bize anlatmak istedikleri bir şeyler var mıdır? Yoksa onlar kendilerinden beklendiği gibi cansız mıdır?

Eğer yanacak bir canın varsa Aachen -ya da karizmatik adınla Aix la Chapelle-, bizim adımlarımız bile acıtıyordur senin narin göğsünü. Elinden gelse her adımımıza karşılık bir kere sarsarsın bizi. Hatta senin toprağını biraz kazsak o kadar sinirlenirsin ki ateşinle karşılarsın bizi.

Ama öbür yandan sana ne yaparsak yapalım ruhun duymaz İstanbul! Hülyalı gözlerinle denizini seyredersin. Bir yandan poyraz estirir, azıcık canın sıkıldığında da verirsin lodosu. Umrunda mı insanlar kalelerini işgal etsin, surlarını yıksın, binalarını nankörce yaksın, denizlerini derelerini bok içinde bıraksın ya da göğsüne saplasın binlerce ton ağırlığındaki beton hançerlerini? Sen hep işine bakarsın, görmezden gelirsin. Gerçekten de benim dediklerimi duyamayacak kadar cansız mısın? Bu kadar hafızasız mısın?"

anlatıcının notu: Bu notu daha önce görmediğime eminim. Birkaç gün önce defterlerin arasından düştü. İbrahim Bey'in tam olarak neyi kastettiğini bilmiyorum. Çünkü o tarihlerde gerçekleşen kayda değer bir şehir felaketine rastlamadım.