5 Mayıs 2012 Cumartesi

yeni günün sabahını karşılarken

Bir oda, içinde saat sesi. Yatakta üstü açılmış, saçı başı dağılmış halde yatan İbrahim Bey. Mevsim bahara dönmek üzere olduğundan hava alışılmıştan erken aydınlanmaya başlıyor. Huzursuz bir suratla İbrahim Bey yatakta doğruluyor, saati kendine doğru çevirip, bakıyor: 05:23. 

Güneşli bir deniz kenarında karpuz kokuları içinde Suadiye sahilinde uzanıyor. Yanında genç bir kadın. Henüz onu tanımıyor, ama bakışlarından birkaç dakika sonra tanışacağını anlıyor. Hasır şapkasını yüzünün üzerinden alıp başına takıp, doğruluyor havlusunun üzerinde. Genç kadına dönüyor ve gülümseyerek aklından ilk geçen cümleyi söylüyor: "Karpuz çok güzel koktu." Genç kadın şaşırıyor önce, sonra İbrahim Bey'e dönüp "Şu sıcakta iyi gidiyor, bakmıyorlarken iki tane yürütsek mi?" Kötü açılış cümlesinin iyi karşılık alması hoşuna gidiyor ve oturur pozisyona geçiyor.

"Şu projeyi teslim edemedik bi türlü" diye düşünerek uyanıyor. "Şimdi birazdan kalkıp ona başlasam, işe gitmeme kaç saat varmış?". Saati kendine doğru çevirip bakıyor: 05:27. Tekrar yatıyor.

Karpuzdan bir ısırık alıyor, kolundan bileğine doğru akıyor suyu. Bu esnada onu seyreden genç kadın gülümseyerek çantasından mendilini çıkarıp İbrahim Bey'e uzatıyor. "Buraya sık gelir misin?" "Ara sıra arkadaşlarla kaçarız, ilerde ara sokaklardan birinde arkadaşın annesinin işlettiği ufak bir pansiyon var, orada kalırız. Peki sen?" "Ben Üsküdar'da oturuyorum, günübirlikçiyim anlayacağın, birkaç saate kaçarım. Karpuzun üstüne deniz iyi gelir, ne dersin? "Hadi!"

"Şimdi bu dönem iki sınava girsem, sonra şu tezle projeyi versem, sonra yabancılar bürosunda gösterecek bir şeylerim olur, ama tez de bitecek mi o zamana kadar?" Ter içinde doğruluyor yatağında. Saat sesi. Hem sessiz bırakmayan hem de yalnız olduğunu hatırlatan saat sesi odanın içinde. Bakıyor: 05:31.

Denizden çıktığında İbrahim Bey her zaman yaptığı gibi ayağında en az kum tanesi kalmasına çabalayarak yürüyor  ve genç kadınla birlikte oturdukları yere gidiyorlar. İbrahim Bey, önce kadının havlusunu tutuyor ve havluya sarılmasına yardım ediyor. "Çok gereksiz naziksiniz efendim" "Öyle görmüşüz efendim" Havlulara sarılıp oturuyorlar. "Sen nerede oturuyorsun?" "Emirgan'da, kişisel sorulara mı geçtik, o zaman ben de bir tane sorayım: Ne iş yaparsın?" İbrahim Bey nereye gideceğini bildiğinden rahatsız olduğu bu soruyu biraz duraksayarak cevaplıyor: "Öğrenciyim halen, mühendislik okuyorum. Sen?" "Ben, nası desem, ressamım Akademi'deyim, sen Teknik Üniversite'de misin?" İşte o noktaya geldik, diye geçiriyor içinden. "Yok, Almanya'da okuyorum, Aachen şehrinde." Kadının kaşları kalkıyor. "İlginç, yüzünün halinden anladığım kadarıyla sorunlu bir okul hayatın var."

"Bu dönem o iki sınava girmesem de projeyle teze mi yoğunlaşsam?" Saati arıyor gözleri, bulunca daha uyanmasına çok vardır sevinciyle bakıyor: 05:36. 

"Çok değil aslında, ama biraz karmaşık." "Olsun, boşver okulu, tatildesin şimdi. Hem de en güzel eylül güneşinin altında, tadını çıkar!" diyip uzanıyor genç kadın. Tamam, bu da buraya kadarmış, diye düşünüyor İbrahim Bey. O da uzanıyor. Denize, güneşe dalıyor. Çoktandır böyle bir deniz kıyısında böyle bir denize bakmadığını hatırlıyor. Yağmurlu yaz sabahları yerine güneşi kemiklerinde hissettiği bir eylül öğleden sonrası. Hava yağmura dönse bile kibar bir yağmur, nazik nazik yüzünü okşayan bir yağmur, deli bir yağmur değil. Bunları düşünürken karnında bir ağırlık hissediyor. Genç kadın ayakta gülerek İbrahim Bey'e bakıyor. "Daldın gittin, ben de kağıt helva iyi gelir diye düşündüm." İbrahim Bey gülümseyerek doğruluyor, tam teşekkür edecekken genç kadın "Sana ne diyeceğim, arkadaşlarım falan dedim ama ben onların yanında biraz sıkılıyorum. Akşam toplu bir yemek var. Şehirden de birkaç arkadaş gelecek. Samimiyetsiz konular, neyse. Eğer şehre erken dönmen gerekmiyorsa, sen de gelir mis..."

Zrrrrrrr. Saat 06.30'u vuruyor. İbrahim Bey kafasındakileri atıp sonunda uyumanın ve alarmla uyanmanın rahatsızlığıyla saatin üstüne vuruyor. Saat susuyor. Bir on dakika daha uyuyayım, hem en azından adını öğrenirim, bir de belki yemeğe katılırım diye düşünüp saati on dakika sonrasına kurup tekrar yatıyor. 

Virajlara girdikçe sallanan bir otobüste Almanya yolunda ilerliyorlar. Otobüste tanıdığı kimse yok. Aslında otobüs de denemez, midibüs gibi bir şey. Bir anda muavin kapıları kitliyor. Gelip yanında oturan adamın üstüne sıcak çayı döküyor. Adam çığlık çığlığa, muavin gülüyor, şöfor arkasını dönüyor o da gülüyor. İlerde bir kadına tokat atıyor muavin. Bir diğerinin de üstündeki ceketi tutuşturuyor. Şöfor arkasını dönüp hırlayarak kusuyor midibüsün içine. İkisi de gülüyor, çanlar çalıyor. Yanındaki adam İbrahim Bey'e "bir şeyler yapmalıyız der gibi bakıyor. Bunu gören muavin cebinden tabancasını çıkarıp adamı alnın ortasından vuruyor. Bu esnada bir kadının boynundaki zinciri sıkıyor. İbrahim Bey'in de sırtına kırbaçla vuruyor. İbrahim Bey son kuvvetiyle şöforun üzerine atlıyor ve midibüs uçurumdan aşağıya yuvarlanmaya başlıyor.

Zrrrrrrr. İbrahim Bey yatakta hızla doğruluyor. Bakıyor etrafına, odasında. Saat sesi yerinde. İstanbul uzakta, kabus gerçek değilmiş, yaşanmamış. Elleri titriyor. Baş ucundaki suyun tamamını içip yataktan çıkıyor. Karmaşık duygular içinde havlusunu alıp ortak kullanılan duşa gidiyor, yeni güne hazırlanmak için.