10 Ekim 2013 Perşembe

şehrin gözleri.

"Bu şehrin gözlerinin içine bakıyorum. Bu şehrin gözlerinin içine onu anlamak için, onda kendimi son bir kez daha görmek için bakıyorum. Yeni bir mevsimin başında -ki ilkbahar değil sonbahardır mevsim başı bu topraklarda- yerdeki sarı yapraklara basarken her mevsim başındaki halimi ve bu şehrin tüm ilklimlerindeki kendimi hatırlamak ve tekrardan yaşamak için çabalıyorum. Ölen bir şehrin film şeridi gibi veya tirajı yüksek ve ucuz bir gazetenin sepya tonlarındaki adı genelde "Tarihte Bugün" olan nostalji köşeleri gibi hatırlıyorum kare kare kendimi.

Ama ilk olarak elinde iki koca çanta ve yeni terlemiş bıyıklarıyla gelen o masum çocuk geliyor aklıma. Boğaz esintisini terketmiş ve bozkır soğuğundan dolayı daha ikinci saatinin sonunda dudakları çatlamaktan kıpkırmızı olmuş. Yanında babasıyla ev bulmak için geziyor sokaklarda. E yalnız bırakmak olmaz. Yirmili yaşlarına henüz girmiş telaşlı umutlara kapılıyor ve çabuk hayal kırıklıklarına uğruyor. Şehir de ona bakıyor ama umursamıyor. Burun kıvırıyor. Daha dilini bile anlamayan bu çocuğu açıkça küçümsüyor. O ise şehre saygıyla bakıyor. Aklında "kendini sadece işlerine verirse yapamayacağı bir şey olmayacağı" düşüncesi, yüreğinde onu durduran panik yürüyor şehrin sonbahar yapraklarıyla dolu sokaklarında. Yokuş yukarı bir yol turuncu yanıp sönen bir sokak lambası, yapraklar savruluyor, çocuk sallanıyor, ayakkabısı ince ayakları üşüyor, ceketinin cebinde nazar boncuğu, annesinin evden çıkarken son anda sıkıştırdığı. Masum bir çocuk henüz kalabalıklar arasına karışmamış, kalabalıklar tarafından farkedilmemiş.

Sonra o çocuk Arnavut kaldırımı bir sokakta taşlara takıla takıla yürüyor. Bir hızlanıyor, bir yavaşlıyor, belli ki içkiyi fazla kaçırmış. Bir gülümsüyor, bir hüzünleniyor. Gözlerinde ikisini de aynı anda görmek mümkün. Tanıştığı insanlardan bazıları onu sinirlendirmiş, bazıları hiç anlamamış ya da o kendini anlatamamış. Bir sarı yaprağı bastığında duyduğu hışırtının onu ne kadar üzdüğünü söylemek istiyor, söyleyemiyor, vazgeçiyor ve elindeki biradan bir yudum daha alıyor. Karanlık sokaklarda evine doğru sakin adımlarla ilerliyor, sokakta çığlıklar, sokakta bağırışlar ve bira şişelerini kırarcasına tokuşturan insanlar.

Bir başka zamanda en büyük dersliğin kapısından yanakları kızarmış bir biçimde çıkıyor. Sıkıştırılmış zamanda elinden ve aklından geldiğince her şeyi yazmış, zaman yetmemiş ve şu an hiç birşey hatırlamıyor. Kimseyle konuşmak istemiyor. Yanındaki çocuk az önce çıktıkları sınavla ilgili bir şey soruyor, dilinin ucuyla önemsemeden cevap veriyor. Bir başkası yanına gelip "İbraam" diyip bira sıkıştırıyor eline. İkisi o sahneden uzaklaşıyor ve o konu orada kapanıyor.

Sabahın erken saatlerinde işe giden insanlarla birlikte o da işe gidiyor. İlk günlerdeki gibi heyecanlı gitmiyor. Kulağında önceki geceden kalma hicaz bir şarkı, mırıldanıyor da mırıldanıyor. Günleri geriye doğru sayıyor. İş hayatı için erken olduğunu düşünüyor. Bir miktar daha öğrenciliğini yaşamak istiyor. Kendinden yaşça büyük insanların yanında yaşlandığını hissediyor. Acaba insanlar gerçekten böyle mi yaşlanıyor, yoğurdun sütü mayalaması gibi? diye düşünüyor her sabah. İşe yerine girdiğinde motor yağıyla karışık kahve kokusu kaplıyor koridoru, neden bu işi ve bu mesleği seçtiğini hatırlıyor, kendine geliyor.

Bahar geliyor şehre. Yemyeşil ağaçlarıyla, güneşli bahçeleriyle pırıl pırıl bir bahar. Baharın kendi mevsimi olduğunu sanarak yollara çıkıyor. Çok yanılıyor. Asıl mevsiminin sonbahar olduğunu geç anlıyor. Her bahar yeniden umutlanıyor ve yeniden sönüyor umutları. Ta ki gelen en son bahara kadar. Karanlık bir gecede dolunay gibi doğuyor bahar en çoşkulu şarkısıyla. En bilinmedik şehrin en farkedilmeyecek detayında açıyor bahar çiçeği. Bütün o sonbaharları bitiriyor ve baharı daim kılıyor. Tam şehre meydan okurken bütün şehirler güzel geliyor, aklını başından alıyor. Bazen bir tren camında, bazen bir otel odasında, bazen bir konukevinin soğuk çatı katında, bezen gökyüzüne bakmanın sevimli hissinde ve bazen kurulan bir piknik sofrasında kendini gösteriyor.

Bütün bu yollardan geçip şimdi kutuların arasında oturan bu adama geliyor sıra. Bu şehirdekilerin son hali. En tecrübelisi ama en dayanıksızı. Onu güçlendiren şehir işte bu ayrılma anında sanki bütün verdiklerini geri almak istermişçesine üzerine geliyor. Kaldığı oda küçülüyor, umutları büyürken. Aklında "kendini sadece işlerine verirse yapamayacağı bir şey olmayacağı" düşüncesi, yüreğinde onu durduran panik yürüyor şehrin sonbahar yapraklarıyla dolu sokaklarında. İlk geldiğinden altı yıl daha yaşlı, altı kilo daha az ve muhtemelen daha az saçlı, daha çok sakallı. Bu adamın hikayesi şimdilik Aix la Chapelle ya da Aachen ile ayrılıyor. Bir şehrin bir insanda ne kadar iz bıraktığını bilenler bu hikayenin ilerde bir gün birleşmeyeceğini söyleyemezler. Ama şimdilik başka şehirlerin değirmenlerine karşı savaşmak için yola çıkıyor.

Fakat bu şehri her zaman o ilk geldiğim haliyle hatırlayacağım. Bu şehrin bana yaptıklarından ve yaşattıklarından -söylemesi yapmasından kolay da olsa- onu sorumlu tutmayacağım. Bu ufak şehir o masum çocuğu alıp kendine -zaman zaman da olsa- güvenen bir mühendis yaptı, belki de o çocuğun masumluğundan bir miktar da şehre geçmiştir. En azından ayrılık anında bu hakkı ona tanımak lazım. Şimdi şehirle barışma ve yola devam etme zamanı, vira!"