23 Ekim 2011 Pazar

pazar duran zaman

Olması gerektiği gibi işliyordu her şey. Evet bir saat gibi, sadece ileri. Hiç geri bakmadan "tik tak, tik tak" diye ilerliyordu zaman. Durdurmak akıldan geçmiyordu, çekilmek en kolay yoldu. "Bekleyip görelim" demekse ancak bizim gibilerin kendilerine uygun gördüğü bir çözüm olurdu.

Sadece pazardan pazara yaşadığını fark ettiği günlerdeydi. Masanın üstünde mecmualar, kitaplar okunmayı bekleyen, masanın üstünde mektupları uçları bükülmüş, üçları yanmış, yazılar yer yer silinmiş, yer yer karalanmış. Hepsinin üzerinde ince bir toz örtüsü, uzun süredir dokunulmamış, uzun süredir hissedilmemiş duygular birliği. Zaman geçiyor, yetişilmiyor. Zaman geçiyor, yaşananlar unutulmuyor, yaşayanlar unutuluyor.

Pazar sabahının güneşi bile artık evde istenmiyor. Perdeler sonuna kadar kapanıyor. Amaç daha fazla uyumak, daha fazla rüya, daha az gerçek. Çünkü gerçek akıp gidiyor, rüya ise kalıcı. Gerçek inandırıcı, rüya ise ... rüya işte, inanmak istenildiği gibi, bazen yaşanmış, bazen kabul edilmemiş. Pazar günü başlıyor. Aslında geç kalkmak ve biraz tembellik yapmak dışında diğerlerinden farklı olmaması gereken bir gün.

Hava biraz daha güneşli, hava biraz daha sıcak, ama genel olarak soğuk. Normal insan tepkisi: dışarı çıkmak. İbrahim Bey tepkisi: içerde kalmak. Uzun zamandır dokunmadığı çalışma masasını seyretmek. Üzerine kırmızı kalemlerle "Artık şunu oku!" yazdığı notlarına bakıp, kendi kendine bir kez daha ihanet etmek ve artık bundan gizli ve tatlı bir keyif almak.

Çünkü o zamanlar içinde bir yerlerde biliyordu İbrahim Bey. Her şey için yeterli zaman vardı. Bir tek kendi için hiçbir zaman yoktu. Kendi kendine kaldığında ne yapacağını bilmez haldeydi diyemeyiz ama çok da bir fikri olduğunu sanmıyoruz. Şimdi dışarı çıksaydı yine her şey aynı olacaktı. Parlayan sonbahar güneşinde güler yüzlü insanlar. Kafelerden yükselen kahkahalar ve polka sesleri. Geniş meydanlardan dar sokaklara taşan bit pazarı ve anılarını satmak zorunda kalan insanlar. Kahvesine şeker katarken etrafına şüpheli şüpheli bakan Belçikalı kadın, pazar gününün ilk birasını içen kafasının üst kısmı hafif kelleşmiş orta yaşlı Alman erkekle göz göze gelince gözlerini kaçıracak ve bunu sadece İbrahim Bey fark edecek, aklına Çiçek Pasajı'nda yaşadığı o değişik akşam ve sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelen sohbet gelecek. Sonra yine o şehir ve aradaki mesafeler, o mesafalerin insanlara yaptığı ve zamanın insanlara yaptıkları derken yine başladığı yere dönecek. Güneş rengini kaybedecek. Rüzgar yerdeki sarı ve ölü yaprakları kıpırdatacak ve gün yavaş yavaş bitecek. Eve dönerken aklına şey gelecek, ne gelecek... İbrahim Bey yazı masasının çekmecesinden uzun süredir yazmadığı defterini çıkardı. Tozlar saçıldı odaya, sayfaları çevirdi tozlar dağıldı, aradı aradı ve pazar günleri ile ilgili bir kitaptan not ettiği alıntıyı hatırladı:

"Ardımda, kentin içinde, geniş ve dümdüz yollarda, lambaların soğuk aydınlığında, yaman bir toplumsal olay can çekişiyordu, pazar gününün bitişiydi."

Çok uzun zaman önce okumasına rağmen hep aklına geliyordu o kitap. Belki de -değişiklik olarak- o yazarın şehrine gidip artık onunla tanışması gerekiyordu. Bu bir başlangıçtı.

4 Ekim 2011 Salı

büyümenin hayali

Çıtırdayarak hareket etmeye başladı tren. Kafasını okuduğu kitabından kaldırıp gözlüğünü düzelterek güneşli çiçekli gara bir kez daha baktı İbrahim Bey. Sonra kondüktörün Fransızca anonsı başladı. "Nasıl olsa anlamayacağım." diyerek kitabına geri döndü. Önünde yaklaşık iki saatlik yol vardı.

Dörtlü koltukta karşısında oturan çifte bakınca aşkı düşündü İbrahim Bey. Uzun süredir düşünmüyordu. Ya da düşünmedi. Şimdi bütün bu olanları, olacakları, yani kısacası gerçekleri dramatize etmek için de böyle yazıyor olabilirim. İbrahim Bey'in dişlilerle, dinamolarla dolu, vidalarla tutturulmuş hayatında böyle mekanik olmayan şeylere yer yoktu. En azından o böyle olduğunu düşünüyordu. Onun kafasında şu an sadece yapacağı iki günlük kısa tatil, çıktığı yol ve içeceği bira vardı. Çok yorulmuştu. Hayal kurmuyordu.

Yaşadığı şehir ona ilk başlarda hayal kurmayı öğretmişti. Uçsuz bucaksız hayaller kurardı soğuk gecelerde, özellikle gaz lambasının gazı bittiğinde karanlıkta. Karanlıkta kurulan bu hayallerin aslında büyük bir kısmı gerçekleşti. Ama onlar gerçekleşirken İbrahim Bey'den alıp götürdüklerinin yerleri dolmuyordu. Hiçbir zaman umutsuzluklarının, kalp sancılarının, hayal kırıklıklarının peşinde kendini kaybeden bir adam olmamıştı. Ancak şimdi karanlık gecelerde hayal kurmak yerine o kayıpları düşünüyordu. Belki de bu da büyümenin bir parçasıydı.