24 Temmuz 2011 Pazar

'huzurlu, huzursuz'

Sevgili İbrahim,

O elem olay yüzünden İstanbul'a gelmenin ve görüşmemizin üzerinden fazla bir vakit geçmemiş olmasına rağmen sana yazıyorum. Kanlıca'dan Emirgan'a geçen vapuru kaçırınca son sefer görüştüğümüz çay bahçesine oturup sana yazmaya karar verdim. Takvimsel olarak pek bir ilerleme olmadı. Bahar bitti yaz geldi, ancak hayatımda çok fazla yenilik oldu, seninle paylaşmazsam olmaz.

Öncelikle aylardır içimi kemiren, uzadıkça uzayan ve bütün hayatıma sahip olan doktora tezimi verdim. Artık istediğim kitapları okumakta özgürüm. Doktora tezimi verdikten sonra birkaç hafta hiçbir şey yapmadım, aylak aylak dolandım. Havalar güzelleşip, bahar kendini mis gibi kokan güller ile birlikte yaza bırakınca ben de her sene yaptığım gibi Büyük Ada'ya gitmeye başladım. İhsan ve Macide yoğunlardı, ben de tek başıma gidip geliyordum. İşte zaten bütün hikaye de o yolculuklarda başladı. Adile Hanım'ı görüp selam verdiğimde yanlarında oturan o güzel hanımı hemen fark etmiştim. Tanıştırıldım, adı Nuran'dı. Bu ismi iyi oku İbrahim, bundan sonra çok duyacaksın benden. O gün birçok konudan konuştuk yol boyunca. Adile Hanım'a da biraz ayıp oldu sanırım. En çok da musiki üzerine konuştuk. Hani senin bir türlü öğrenemediğin konular. Hatırlarsan sana "Mahur Beste"yi anlatmıştım. Nuran mahur bestenin güftecisinin torunuymuş, ona da sana anlattığım gibi ahkam keserek anlatıyordum lafı ağzıma tıktı. Neyse o günden sonra Ada'da da birkaç defa karşılaştık. Birbirimizi arkadaşlığından çok keyif almaya başladık. Bir de çocuğu var, adı Fatma. Babasına duyduğu derin sevgiden dolayı bana kötü davranıyor. Ama umuyorum ki zamanla birbirimize alışacağız.

Seni kıskandırmak istemem ama Nuran'la bu aralar İstanbul'u geziyoruz. Bir gün Çemberlitaş'tayız, bir gün Süleymaniye'de. Ama en çok Boğaz'dayız. Benim ufak teknemle bir çıkıyoruz, sonra uzun bir vakit bütün Dünya'dan soyutlanmışçasına şarkılar söylüyoruz, yıldızlara bakıyoruz. İstanbul'da yazı hiç bu kadar sevmemiştim azizim. Bu duyguyu da daha önce yaşadığımı hatırlamıyorum. O yanımdayken kendimi çok güçlü hissediyorum. Bütün zorlukları aşabilirmişim gibi geilyor. İbrahim, ben o eski çekingen ve mahsun adam değilim artık. Nuran gibi bir kadının varlığı her şeyi ne kadar hızlı değiştirdi, inanamazsın. Görsen belki de tanımazsın. Ah eski dostum, bizim gibi insanların hayatına böyle kadınlar girmeli işte. Her şeyi kökünden değiştirebilecek güçte olanları.

Ama işte bizi bilirsin İbrahim. Her zaman biraz huzursuzuzdur. Her şey çok güzel gidiyor, çok iyi anlaşıyoruz. Ancak bütün bunlar bir gün sona erebilirmiş korkusu kaplıyor içimi. Sanki yaz bitince bizim ilişkimiz de, sevgimiz de bitecekmiş gibi geliyor. İşlerin yolunda gitmesi gözümü korkutuyor. Bana bir şeyler söyle İbrahim, kız, bağır, çağır da içimdeki o karanlığı dağıt.

Bu konular hakkında sayfalar dolusu yazabilirim. Ancak senin gurbet hayatında çektiğin sıkıntıları tahmin ettiğimden o çok sevdiğin şehir ve bizler hakkında mutlu öyküler anlatıp, hasretini daha da arttırmak istemem. Ama senin bana sayfalar dolusu yazmana izin var. Kara mektuplarını özlemediğimi söylesem gerçeği çarpıtmış olurum. Nasılsın? Havalar nasıl? Yanlış hatırlamıyorsam, geçen yaz havaların yazın soğuk olduğundan bahsetmiştin. Biraz serinlik bu sıcak şehre iyi gelir aslında. Ama sen herhalde şu an İstanbul sıcağına bile hasret kalmışsındır. Okulun nasıl gidiyor mühendis bey? Ne zaman alıyorsun diplomayı, geri geliyorsun? Arkadaş ortamlarında yine adın çok geçer oldu. Geçen gün İhsan'a da sana mektup yazacağımı söyledi. "Selam söyle en huysuz öğrencime!" dedi. Üzerimde kalmasın, selamını ileteyim. Asıl sormak istediğim soru ise ne zaman geleceğin? Yakın zamanda seni görebilecek miyiz İbrahim? Nuran'la seni tanıştırmak için heyecanlanıyorum.

Mektupların sonuna şiir koymak adetimizdi. Bu seferlik işin biraz dışına çıkayım yukarda bahsettiğimiz Mahur Beste'den bir beyit koyayım. Neşati'ye saygıyla:

Gittin emma ki kodun hasret ile canı bile
İstemem sensiz geçen sohbet-i yâranı bile


Şehirler şehri İstanbul'dan, güzel bir yaz akşamından hürmetle ve hasretle.

Mümtaz

19 Temmuz 2011 Salı

beyaz sayfa.

"Uzun bir zaman sonra önümde beyaz bir sayfa. Bomboş, tek bir çizgi bile yok. Ne sayılarla dolu bir tablo, ne de ufacık bir detay çizimi. Sadece saman kağıdının soluk beyazlığı. Özlemişim böyle bir kağıda bakmayı. Telaşla oradan oraya koştururken, bir vaktim olsa da yine eskiden olduğu gibi sayfalarca yazı yazsam diyordum. Evet, işte sana vakit, yaz yazabildiğin kadar:

Gün doğuyor, uyanıyorum zorla, sonra her sabahki gibi kahvaltımı ediyorum, kahvemi içiyorum (neyse ki kaçak kahve sorunu bitti). Sonra istemeye istemeye kumaş pantolonumu çekiyorum dolaptan, bir de gömlek buluyorum eskilerin arasından, ütüsüz. Evden çıkmadan aynaya bakardım eskiden, onu da yapmıyorum bugünlerde. Nasılsam öyle çıkıyorum. Sonra dersliklerin tozu, laboratuvarın benzin ve mazot kokusu, büroların kahve kokusu, kütüphanenin eskimiş kitap kokusu ve yemekhanelerin tütün ve yağ kokusu birbirine karışıyor, hepsi birden üzerime siniyor. Eve geldiğimde bütün günün izlerini taşıyan bir harita gibi çöküyorum koltuğa. Kitabımı alıyorum elime. İki-üç sayfa anca okuyabiliyorum. İlk gençlik yıllarımda Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen bu romanın gidişatını o zamandan bilsem bile, bu bilgi beni okumaya teşvik edemiyor.

Gün bitiyor, o günden geriye sadece kokular, kirlenmiş elbiseler, her köşesi karalanmış kağıtlar, silgi tozları, kalem uçları ve bir de camları iz içinde bir gözlük kalıyor. Elim deftere uzanıyor, vazgeçiyorum, "Bugün de bir şey çıkmaz, İbrahim" diyorum, "ne yaşadın ki?". Kendi kendime hak verip gaz lambasını söndürüyorum. Yatağa girmeden önce perdeyi açıyorum ki erken doğan günle birlikte uyanabileyim.

Bu günlerden farklı olarak bugün önüme bir beyaz sayfa koyuyorum, üzerine nokta konulmamış. Ama ona da yine aynı şeyleri yazıyorum, kim bilir belki de kendi hafızamı kendim için tutuyorum."

10 Temmuz 2011 Pazar

yorgun, mutlu.

"Yorgun hayatlar yaşıyorum. Başkalarından kalmış yorgun hayatlar. Benim üzerimde hiçbir değeri yokmuş gibi duran, kenarından yırtılmış, dizinden yamalanmış eski hayatlar. Sanki yaralarım ben doğmadan önce de varmış ve benden sonra da hep olacakmış gibi geliyor. Dinleniyorum, “hah bu kadar uyku yetti” diyorum, ama bir süre geçiyor aynı ağrı geri tepiyor. Bir kısır döngünün içine sıkışmış gibiyim, kilidimi kırıp dışarı çıkamıyorum. Tam diyorum ki “bu kişi kilidi kırar, beni özgürleştirir”, kilide biraz bakıyor, inceliyormuş gibi yapıyor ve sıkılıp gidiyor. Bu ne kadar daha böyle gidecek bilmiyorum. Mevsimler değişiyor, şehirler değişiyor, yüzler değişiyor, içilen içkiler bile değişiyor ama o yük kalkmıyor ve o sınırsız boşluk dolmuyor. Ne kadar çabalasam da dışarda akan hayata uyum sağlayamıyorum.

Mutlu hayatlar yaşıyorlar. Kendi hayatlarını başkalarınınkiymiş gibi yaşıyorlar. Yaşadıklarını ve yaşayacaklarını üzerlerinde gururla ve sıcak pastel renklerle taşıyorlar. Birbirlerine sokularak, birbirlerinin titreşimlerinden yararlanarak yaşıyorlar. Gülerek, en ufak ayrıntıda mutlu olarak, sanki sonsuz bir huzur içindeymişçesine gözüküyorlar. Hayatlarına girecek kişileri büyük bir özenle değil de kıyafet seçermişçesine bir rahatlıkla ve kısa süreliğine seçiyorlar. Birbirlerinin kıyafetlerine ve kıyafet gibi hayatlarında olduğunu söylediği kişilere takıyorlar. Birbirlerini severek, kıskanarak, zaman zaman nefret ederek, birbirlerine bağırarak, küfrederek, birbirleriyle kavga ederek veya çok iyi geçinerek sonsuz bir uyumun sürekli devinim içindeki parçaları gibi dönüp duruyorlar. Çabaları, umutları, yoksunlukları ve bollukları hep aynı düzlemde ve ortak bilinçaltında.

Farklı hayatlar yaşıyoruz. Sonunda aynı sorunun birbirine benzeyen ama aralarındaki farkı bulmak için ustaca elenmesi gereken iki cevap şıkkıyız. Diğer şıkları eledikten sonra biz kalıyoruz. Soru sürekli soruluyor ve birisi bu soruya hep cevap veriyor. Doğru cevap belki yok ama bir cevabın diğerine baskın geldiği, hatta diğerini devamlı olarak tükettiği kabullenilmiş bir gerçek."

anlatıcının notu: Yukarıdaki yazının İbrahim Bey'e ait olup olmadığından emin değilim, yazısı pek benzemiyor. Ancak hatıratında bazen farklı bir yazıyı kullandığını da gözlemlemek mümkün. O yüzden anonimmiş gibi okuyabilirsiniz, çünkü İbrahim Bey'in hikayesinde o kadar önemli bir yeri olmayacak bir not.