29 Temmuz 2010 Perşembe

hava muhalefeti

Pardösüsünün yakalarını kaldırıp omuzlarını yukarı çekerek ve çantasını koltuğunun altına sıkıştırarak çıktı binadan. Saçak altlarına denk gelmeye çalışarak kıyıdan kıyıdan yürüdü ve ilk sağa saptı. Onun peşinden sokağa giren biri onu korkak ve çekingen adımlarla yürüdüğünü düşünürdü. Yağmurun altında kırılgan vücudunun üşüdüğünü ve belki de yakın bir zamanda hasta olabileceğini aklına getirirdi ve ona acırdı. Sokağın karşısından ona doğru yürüyen adam yüzündeki kızgın bakışı fark edebilirse belki de biraz uzaktan gider, yolunu değiştirmeyi bile düşünebilirdi. Normal bir zamanda bile olsa etrafına kızgın bakışlarla bakardı kaşlarının çatıklığı ya da o yüzündeki huzursuzluk sanki doğuştandı. Karşıdan yürüyen adam bu donuk bakışlı uyuz adamdan ilk anda nefret edebilirdi.

İçinde ise o anda dışardakine eş değer fırtınalar kopardı. Bazen özellikle de dostluk adına güzel bir haber almışsa, "işler tıkırında" -alles in Ordnung lafını her ne kadar sevmese de benimsemişti.- ise içinden akan ferah bir şeyler hissederdi. Ama yüzüne yansıtmazdı. Öte yandan planları hiç bir şekilde tutmadıysa ve sabah kalktığından beri akşam yatacağı anı iple çekiyorsa o zaman da her şey aşağı doğru hareketlenirdi, omuzlarının üstünde başka birini taşıyor gibi olurdu. Bunu da yüzüne yansıtmazdı. Hatta bu git-gel'ler gün içinde defalarca olabilirdi.

Artık o da şehrin havası gibi karaktersizleşmişti. Yağmuru, kükürtlü suyu, kaldırım taşları, duvarlarda kötü zamanlardan kalan mermi izleri, katedrali gibi şehrin bir parçası olma yolunda ilerliyordu. İçinde fırtınalar koparırken her şeyi bir anda, tek bir dokunuşla dindirebilirdi. Ya da o bunu böyle düşünerek kendini rahatlatmak istiyordu, "bütün ümidini buna bağlamıştı."

23 Temmuz 2010 Cuma

"yaz" bir yere

İbrahim Bey şehrin en büyük meydanlarından birinde Antoine Roquentin ve sevgilisi Anna’nın kendisinden yirmi küsür yıl önce oturduğunu düşündüğü kafede oturuyordu. Hatta oturur oturmaz onlar gibi şeker kavanozunun içindeki böcekleri aramıştı ama bulamamıştı. Güler yüzlü garson kıza bir adet buğday birası sipariş vermişti ve onun gelmesini bekliyordu. Düşüncelere dalmıştı İbrahim Bey. “Zor bir günün ardından bira içip dinlenmek gibisi yok” diye düşündü, fakat sonra böyle bir yaşam tarzının kendine ait olmadığını, sonradan bu şehirde edindiği alışkanlıklarının böyle düşünmesine neden olduğunu anlayıp utandı.

Yaz gelmişti. Yorucu kışın ardından sonunda bu kente de yaz uğramıştı. Aslında bu söylendiği kadar da kolay olmamıştı. Bahar aylarında güneşe hasret kalmışlardı şehir olarak. Ancak bu şehrin insanları bunu önemsemiyordu. O da yavaş yavaş alışmaya başlamıştı. Pişkin pişkin sıratarak “Eee bu şehirde böyle, napalım?” diyordu sanki kendi yaşadığı topraklarda böyle şeylere hep alışıkmış gibi. Ama ne olduysa bir anda yağmurlar kesilmişti ve ağır bir nem tabakası altında güneş kaplamıştı şehri. Böyle olduğu zamanlar yüzü gülerdi hep İbrahim Bey’in. İçinden çıkılmaz mühendislik hesapları, içinden çıkaramadığı sıla özlemi, tatil isteği yok olurdu birden. İyi şeyler düşler, iyi şeyler yapardı, yorucu bir günün altında güneşli bir meydanda oturup birasını yudumlarken bir şeyler karalamak gibi.

Garson kız birasını getirdiğinde göz ucuyla yazdıklarına baktı. Yazısı biraz okunaksızdı ama okunaklı olsaydı da garson kızın anlayabileceğini sanmıyorum, çünkü kendi dilinde notlar alıyordu. İbrahim Bey o esnada anılarını yazıyordu. Geçiremediği yazları, güzel ve huzurlu geçirdikleriyle telafi ediyordu bir başka deyişle. Mahalleden arkadaşlarıyla tramvaya atlayıp Bostancı’ya yüzmeye giderlerdi. Aslında yakında birçok kumsal olmasına rağmen onlar Bostancı’yı tercih ederlerdi. Bahar aylarında Adalar’a gittikleri de olurdu hatta. Bostancı’da sabahtan akşama kadar denize girdikten sonra akşam batan güneş ve deniz manzarasında rakı içerlerdi. Bazen mangal yaparlardı, üşendikleri zaman da yanlarında getirdikleri yemekleri yerlerdi. Sanki hiçbir tasası, hiçbir sıkıntısı yokmuşçasına hatta bir daha hiç olmayacakmışçasına eğlenirlerdi. Yaz akşamları gökyüzüne bakıp kayan yıldızları seyretmek –ki ay olmadığı zaman çok fazla görürlerdi-, birkaç haylaz kahkaha arasında yanlarında oturanlarla tatlı tatlı atışmak, dönüş yolunda tramvayda uyuklamak ve tabii son olarak eve geldiğinde geç geldiği için azar yemek gibi zevkleri vardı. Şimdi eskiye dair her detay onun hoşuna gidiyordu, en sıkıcıları bile. O tatlı akşam meltemini bu sıcak ve nemli meydanda yüzünde duyuyor ve mutlu oluyordu kağıda bir şeyler karaladıkça. O da biliyordu artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, hayat git gide daha da ciddileşiyordu. Ama ne olursa olsun ara sıra eski güzel anılarının altında ezildiğini hissediyordu ve onları yazarak kafasında yeniden yaşatmaya çalışıyordu, e yazmak da olmasa nasıl başa çıkardı iman tahtasına uygulanan baskıyla?

18 Temmuz 2010 Pazar

tarihe şahit yıldız

Pazar sabahı kilise çanlarının sesiyle uyandığında saat onbire geliyordu. Bir önceki akşam şarabı fazla kaçırdığından başı hafiften ağrıyordu. Alışamamıştı bu içkiye liseden beri. Oysa rakı olsaydı devirmez miydi bütün arkadaşlarını? İçini çekip yataktan çıktı. Güneş ufak penceresinden yüzüne vuruyordu. “Tıpkı odam gibi” diye düşündü, odasının çok uzakta olduğunu hatırlayarak.

Evinin ortak alanında mutfak tüpünün üstüne yerleştirdi validesinin bavuluna son anda zorla sıkıştırdığı çaydanlığı. Çayın kokusunu duyunca komşularının da uyanacağını ya da uyanmışlarsa da dışarı çıkacağını düşündü. Seviyordu komşularını. Şehrin merkezine yakın 4 katlı bir evin çatı katında yedi tane küçük odacığa bölünmüş bir yerde kalıyordu. Komşularından ikisi kendisi gibi İstanbul’dan gelmişlerdi, bir tanesi çok sessiz bir Fransızdı, bir tanesi sürekli sarhoş gezinen savaşta yakınlarını kaybetmiş yaşlı bir Almandı, iki tanesi üniversite öğrencisiydi ve bir de kafası sürekli güzel Hollandalı vardı. O dönemlerde çok yaygın olan kahve kaçakçılarından olmasından şüpheleniyorlardı. Pek kahve içmezlerdi onlar da bu yüzden. Hangi kahvenin gerçek hangisinin kaçak olduğunu anlamak zordu.

Çayın demlendiğini düşününce kendine bir bardak çay koyup çaydanlığı mutfakta bırakıp odasına döndü. Dün akşamdan yarım kalan hesaplarını tamamlaması gerekiyordu. Pencereden dışarıya doğru baktı ve gözü bahçede ayaktopu oynayan çocuklara takıldı. Ülkesinden de tanırdı bu oyunu. Oturduğu mahellede ünü yürümüş bir takım bile vardı. Sonra savaşta büyük çoğunluğu yıkılmış bir kent olmasına rağmen bütün heybetiyle karşısında duran Katedrale baktı. “Burası benden başka kimin evi olmuştur acaba?” diye düşündü.

Elbette bu sorusunun cevabını hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Ama biz bu noktada okuyucuya cevabı asla verilmeyecek bomboş bir soru yöneltip, anlamsız bir edebi –hatta ebedi- oyun yapmak istemediğimizden kahramanımız İbrahim Bey’i kendi abuk subuk, ecüş bücüş mühendislik hesaplarıyla baş başa bırakıp oturduğu binanın tarihine eğilmek istiyoruz.

Onsekizinci yüzyılın başlarında Düsseldorf’ta marangoz çıraklığı yapan güler yüzlü ve kırmızı suratlı Dieter Kranz’ın tek hayali sanayileşmeye başlayan Dünya’da yer sahibi olmaktı. Fransız Devrimi’yle birlikte hareketlenen burjuva hareketini, henüz yirmili yaşlarında olan Dieter yakından takip ediyordu. Gençliğinde Voltaire ve Rousseau gibi Fransız filozoflarını kendi dilinden okumak için Fransızca öğrenmişti. Kurnaz bir Alman’dı ve ahşap sanatlarından da iyi anlıyordu. Binsekizyüzonbeş yılında Aix la Chapelle, Prusya İmparatorluğu’na bağlanınca o da hayatında atması gereken önemli adımın zamanı geldiğini düşündü ve sırtına ufak çantasını ve aletlerini alıp bu kentin yolunu tuttu. Fransızlara olan hayranlığı bu “Yeni Germenleşmiş” kentte ona kolaylık sağlayacaktı.

Kendine ufak bir dükkan açtı. Mutfak eşyalarından dolaplara, yataktan yemek takımlarına her şeyi üretiyordu. Sevimli mizaçı ve uygun fiyatlarıyla kısa zamanda müşteri sayısını arttırdı. Çalışma masası yaptırmak için dükkanına gelen mavi gözlü, siyah saçlı, güzeller güzeli ve şehrin önemli zenginlerinden olan Richard Preau’nun kızı Mai ile tanışana kadar her şey yolundaydı. Mai’yi bir çalışma masası için defalarca dükkanına çağırdı veya defalarca ölçü almak için onun evine gitti. Bu yakınlığın sonucunda Mai’ye yapılan çalışma masası, bütün eşyalarını Dieter’in kendi el emeğiyle yaptığı çiftin ilk evlerinin bir odasına yerleştirildi. Tanıştıklarından bir yıl sonra evlenmişlerdi ve iki yıl sonra da bir tanesi Dieter’e benzeyen sarı saçlı ve kocaman kırmızı burunlu ve bir tanesi de annesi Mai’ye benzeyen iki tane kız çocuğu dünyaya getirdiler.

Aradan yıllar geçti Dieter işleri büyüttü, tabii kızları da büyüttü ve evlendirdi. Elindeki birikmiş parasıyla geçmişten beri hayali olan fabrikayı açmak istiyordu. Ama artık yaşlanmıştı ve ailesinin geleceğini düşünerek ev yaptırmaya karar verdi. Düşünsel olarak da Voltaire ve Rousseau’nun çizgisinden çıkmış ve bambaşka bir akıma kaptırmıştı kendini. Bunda büyük kızının kocası yazar Friedrich’in ve Rheinische Post gazetesinin başyazarının etkisi vardı. Binsekizyüzkırküç yılında başlayan inşaat binsekizyüzkırkaltıda tamamlandı. Sonuçta ortaya kahramanımızı çatı katında bıraktığımız dört (bir de çatı katıyla beş) katlı binanın ilk hali çıktı. Giriş katı dükkanlardan oluşuyordu. Bu dükkanlardan birine artık sadece hobi olarak kullanacağı atölyesini koymuştu. Yeni ilgi alanı maketlerdi, sabahtan akşama kadar maket yapardı ve bazen ilgilenen olursa satardı. İkinci dükkanı da küçük kızının kocası şehrin en güzel pastacısı Florian’a vermişti. Birinci katını kendisi ve kendisi gibi yaşlanan güzel gözlü karısı için düşünmüştü. İkinci ve üçüncü katta kızları ve aileleri vardı. Dördüncü katı önce açgözlülüğünden yaptığını düşünse de, bu kat karısının kurnaz kardeşi Philipp yakalarını bırakmayınca ona kaldı. Çatı katını ise torunlarına oyun odası olarak düşünmüştü. Ancak zamanla hizmetçilerin yatak odası olarak kullanılmaya başladı bu güzel manzaralı odalar.

Uzun bir süre aile fertlerine yuva olan bu ev Dieter’in ölmesiyle yavaş yavaş dağılmaya başladı. Son zamanlarda iyice yaşlanan ve basit toplama çıkarmaları bile yapamayan marangoz, işleri devredeceği bir oğlu da olmadığından atölyesini kapatmak zorunda kaldı. Emeklilik günlerinin karısının güzel gözlerine bakıp maket yaparak geçirdi. O öldükten sonra kızları annelerini yanına alıp onların oturduğu katı ikiye bölüp kiraladılar. Böylece orjinal hali ilk kez bozulmuş oldu evin. Düzeni alt üst olan kadın anıların içinde yaşamaya dayanamayarak kocasının ölümünden bir yıl sonra onun yanına gitti. Böylelikle evin bütün hakimiyeti damatlara geçti. Büyük kızkardeşin yazar kocası Berlin’de bir gazeteden iş teklifi alınca onlar da taşınmak zorunda kaldılar. Böylelikle ailede bir yaprak dökümü başlamış oldu. Bu durumu fark eden kurnaz kayınbilader Philipp binaya alıcı aramaya başladı ve sonunda sert bakışlı emekli bir asker olan Georg Schultz binanın yeni sahibi oldu. Binadan gelen gelir kızkardeşlere eşit olarak paylaştırıldığı söylense de hiçbir işe yaramayan Philipp’in bu satış işleminden sonra yeni bir ev alıp iş kurması hep “acaba?” sorusunu gündeme getirdi. Ama dayılarına saygılarından ve şeytan tüyü olan bu herife kızamamalarından dolayı ailede bu konu bir daha hiç açılmadı.

Kranz ailesi de zaten evden ayrıldıktan sonra doğru düzgün tekrar bir araya gelemedi. Onlardan geriye sadece Dieter’in ev yapıldıktan birkaç sene sonra gururla giriş kapısının üstüne astığı ailesini sembolize ettiğini söylediği iki defne yaprağı arasında yıldız bulunan pirinç ve bakırdan arma kaldı. Oysa Philipp dahil herkes bunun ailesini temsil etmenin yanı sıra o dönem etkisinde kaldığı akımları da temsil ettiğini biliyordu.

Uzun bir diferensiyel denklemin çözümünün sonuna gelmişti İbrahim Bey. Hava kararıyordu. Kımıldadığında sırtının ağrıdığını fark etti. O ağrıyla birlikte okkalı bir küfür savurdu Newton’a. Dışarı çıkacaktı artık. Kalınca giyindi, kapısını kitledi. Merdivenleri inerken düşünüyordu, “acaba bu diferensiyel denklemleri teker teker değer vererek saatlerce çözmek yerine, bunu bizim yerimize yapacak bir alet olacak mı?” diye. İbrahim Bey o gün ilk defa farkında olmadan bilgisayardan bahsetmişti, sokak kapısından çıkarken başının üstünde duran tarihe şahit pirinçten aşağı yukarı yıldız yüz yaşında olmasına rağmen hala parlıyordu.

16 Temmuz 2010 Cuma

gece yürüyüşü

Penceresinden dışarıya bakmak için doğruldu İbrahim Bey, “kar devam ediyor demek” diye mırıldandı. Sonra önündeki defterini kapatıp, dolmakalemini koruyucu kabına dikkatle yerleştirip ayağa kalktı. Gecenin bir yarısı ufacık odasında içi sıkılmıştı, dışarı çıkmak istiyordu. Validesinin ördüğü yün atkısını boynuna iyice dolayıp, beresini taktıktan sonra kendini dışarı attı. Aklındaki tek şey bu uzak kentin küf kokan sokaklarında kar sessizliğinde biraz yürüyüp rahatlamaktı.

İçinden hatta biraz da dışından Mehveş Hanım’ın eski parçası “Kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem”i mırıldanıyordu. Aklında karın hiç bu kadar yağmadığı, yağmurun ise her daim yüzünü okşadığı uzak bir şehir vardı, doğduğu şehir. Bir gece yine böyle bir soğukta –azıcık da kar yağıyordu- Kanlıca’da sıcak ve bol demli, şekersiz çayını yudumlarken de aynı şarkıyı mırıldanmıştı. O zaman “kaçıp bırakmak” istediği şey İstanbul’du. Şimdi ise şarkının devamında söylediği gibi “kalbi yanıyordu ismini kimden işitse.”

“Ah Kanlıca!” dedi içinden “Çocukluğumun geçtiği Kanlıca”. Cumhuriyet yeni kurulmuştu. İnsanlarda tatlı bir heyecan vardı. Kara bir duman gibi şehrin üstünü kaplayan düşman işgali sonunda bitmişti, sokaklarda bilinmedik üniformalarla dolaşıp etrafına kibirli ve can sıkıcı bakışlar atan İngiliz ve Fransız subayları şehri terk etmişti. “Yeni”yi kavramak istiyordu herkes. O ise sadece top oynamak isteyen ve etrafındaki değişimi fark edemeyen bir çocuktu daha.

Oyunlardaki başarısızlığı –o bunu sonradan “şanssızlığı” olarak nitelendirecekti- onu mürşit ilimlerle ilgilenmeye şevk etti. Evlerinin hemen yanındaki velespit tamircisi Necdet Usta’nın dükkanında çıraklığa başladı. Aslında ailesi ve o bunu tam olarak çıraklık olarak nitelendirmiyordu. Okuldan arta kalan boş vakitlerinde Necdet Usta’nın yanında vida sıkıyor, lastik yamalıyor veya zincir takıyordu.

Bir gün validesi ona “Bu sabah törende yaramazlık yapma, Kemal Paşa vefat etti” dediğinde ilkokul dördüncü sınıftaydı ve sevilen bir öğrenciydi. Bu kayıp onun hayatında köklü bir değişikliğe sebep olmamıştı ama yıllar sonra hatıratında bu olayı çok önemsemiş ve “O gün büyüdüğüm gün oldu” gibi beylik bir laf etmişti. Nedenini kendi de bilmiyordu, belki de böyle bir laf ederek kendinin önemseneceğini düşünüyordu.

Ailesi onun Mekteb-i Sultani’ye gitmesini istiyordu. Ancak o dönem saygı gören bir dil olan Fransızca onun ilgisini çekmiyordu. O daha çok Germen Tekniği’ne merak sarmıştı ve o zamanlar adı Sankt Georg Alman Lisesi olan ve o okurken tekrar eski adına –en azından eski adının bir kısmına- kavuşan Avusturya Lisesi’ne yazıldı. Lisedeki yıllarını hep hoş bir tebessümle hatırlayacaktı. Batı adetlerini güzelce kavramış, Beyoğlu’nda ve Pera’da Vals yapılıp şarap içilen gecelerin müdavimi olmuştu. Bir yandan Dünya savaşla boğuşurken, ülkesinde insanlar açlık çekerken o bunların hepsine sırt çeviriyordu. Mahallesinden dışarıyı pek fark edemiyordu. Aklında sadece dönemin güçlü ülkesi Almanya’da teknik okumak vardı ve bu hedefte ilerliyordu.

Savaş bitti. O hayran olduğu Almanya savaşta yenildi. Bu yenilgi onun hayatında da düşünsel anlamda farklı bir pencere açacaktı. Etrafındaki dünyanın farkına varacaktı. Ama yine de ne yapıp edip savaşın bitmesinden üç sene sonra sular biraz daha durulmuşken Batı Almanya’ya Aix la Chapelle kentine teknik ilimler okumaya gönderildi. Ailesinin ve ülkesinin de bu konuda önemli bir desteği olmuştu. O dönem yurtdışına gönderilen bir grup öğrencinin içindeydi.

Aix la Chapelle’i başta pek beğenmemişti. Anılarından kaçtığı kendi şehrine pek benzemiyordu. Çoğu Avrupa şehrinin içinden en azından bir dere geçerdi, burda o bile yoktu. Halbuki o Boğazlara alışmıştı. Hava durumu olarak da Lodos’u ya da Poyraz’ı bilirdi. Buradaki gibi yağmuru da daha önce hiç görmemişti. İlk birkaç ayı alışma süreci içinde geçti. Fransız işgalinden yeni kurtulmuştu bu kent. Bu açıdan İstanbul’u hatırlatıyordu ona. Ama o kent de şimdi İbrahim Bey gibi batı sınırında sıkışmıştı ve bu yıkık dökük ülkede yeniden yapılanmaya çalışıyordu kendince.

Kendine çatı katında ufak bir oda buldu. Memnundu hayatından. Fazla arkadaşı yoktu. Olan arkadaşları da genellikle önyargılıydı ona karşı. Bilinmeyen, tanınmayan bir coğrafyadan gelmişti ve kaşı gözü karaydı. Ama bunun gibi renk ayrımcılıklarından ağzı yeterince yanmış olan bu ülkede en azından içten içe bir saygı gördüğünü düşünüyordu. Haklı mıydı haksız mıydı, bunu bilemiyoruz.

Şimdi gelişinin üçüncü yılında yalnız başına sokakta yürürken kafasında çeşitli düşünceler vardı. Bunların en önemlisi “ne olacağım”dı. Dünya savaştan sonra rahatlamış ve teknik anlamda –yani onun mesleki alanında- hızla ilerliyordu. Bazıları uzaya gitmenin hayalini kurarken, bazıları dönemin önemli bilim adamı Aynştayn’ın önderliğinde kuantum fiziğine merak sarmıştı. Bunun dışında ülkesinde baskılı bir rejim başlamıştı ve birçok şair, yazar ve düşün adamı yurtdışına kaçmıştı. O da bu konuda ilgisiz kalamıyordu ve okuduğu kitaplar onu yeni siyasi akımlara yönlendiriyordu. Etrafındaki insanlarla ayrı düştüğü konularda ise maalesef sessiz kalıyordu ve sadece izliyordu.

Yirmili yaşlarının başında kafa karışıklıkları içinde sokakta yalnız başına ilerliyordu bu aslında yabancı ama artık evi olmuş kentte.

15 Temmuz 2010 Perşembe

anlatıcının ilk notu

Bu şehre ilk geldiğimde günler geçmek bilmezdi. Şehir benden uzak, ben şehre yabancı yaşardım. Ne de olsa daha büyük şehirlerle nişanlanmıştık, dişimize göre değildi burası. Ancak zamanla bu şehirle başka bir bağım olabileceği düşüncesine kapıldım. Sanki günümüzden bir süre önce başka bir kılıkta, başka bir adam benimle aynı duyguları yaşamıştı ve o adam bana ulaşmak istiyordu. Evet, evet yüzünü seçer gibi oluyordum bazen. Rüyalarıma girip benimle konuşuyordu. Bütün bunları bu şehirde geçirdiğim yalnız ve soğuk gecelere bağladım başlarda. Hatta bunun devamında uykusuz geceler de kesilir gibi oldu ama sanki zamanın öbür ucundan bir el yakama yapışmıştı ve beni bırakmıyordu. Benden bir şey yapmamı istiyordu, insanlara bir öykü anlatmamı istiyordu. Ben o sese kulak vermedim. Gördüklerimi yorgunluğuma verdim ve yoluma devam ettim.

Ancak her şey geçtiğimiz kış yeniden başladı. Korkunç rüyalardan uyandığım bir gece vakti antika çekmecemin iç kısmına iki katının arasına gizlice yerleştirilmiş tozlu kahverengi bir defter buldum. Kapağını açtığımda hayatımın geri kalanını derinden etkileyecek bir adamın ilk cümlesini okudum: "Burada yazılanların hepsi ya yaşandı ya da yaşanacaktır." İbrahim adında maceraperest bir üniversite öğrencisinin günlüğüydü bu. (ya da hatıratı onun deyişiyle). İlk yazısının başında titrek bir el yazısıyla "10 Ocak 1951" yazıyordu ve tarihler böylece ilerliyordu. O gece sabaha kadar o günlüğü okudum. Sadece eğlenceydi benim için. Ancak gün geçtikçe evin çeşitli yerlerinde, tavan arasında farklı farklı defterler bulmaya başladım. Sanki bu İbrahim Bey ben okudukça yani yazılar yazıyor, yeni defterler bitiriyor, onları evin bir köşesine saklıyor ve beni izliyordu. Yazıların başına tarih konmamaya ve içerikler de değişmeye başlamıştı.

Sonunda karar verdim. Bütün bu yazıları toplayıp İbrahim Bey'in hikayesini anlatmam gerekiyordu. Onun o zaman yaşadıklarını ve o zamanki duygularını bugün anlatmak benim görevimdi. Bilmediğim tek bir şey vardı: Zamanla benim hayatım onun, onun hayatı benim olacaktı ve hangisi benim sözüm hangisi onun düşünceleri bunu kimse bilemeyecekti. Biz sadece geçmişin ve geleceğin izdüşümlerinde kaybolmuş iki kimsesiz yolcuyduk.